Deyimler ve Deyimlerin Anlamları

11209 Sonuç bulundu.

hakkı var

‘doğru düşünüyor, doğru söylüyor, doğru davranıyor’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Hakkınız var; dağ, çöl ve deniz hasreti dinmez hasretlerdenmiş.’ –R. H. Karay.

hakkından gelmek

1) zor bir işi başarı ile sona erdirmek: ‘Büyük kızı kocaya kaçtığı zaman küçükleri on iki dönüm tarlanın hakkından gelecek kadar yetişkindiler.’ –N. Cumalı. 2) yenmek, öç almak veya cezasını vermek: ‘Anlaşılan Cemal Paşa’nın bu işe yarar bir adamı yok, bize bıraksın, haklarından gelelim, dediler.’ –F. R. Atay.

hakkını aramak

hakkı olduğuna inandığı şeyi elde etmeye çalışmak.

hakkını helal etmek

hakkını, emeğini bağışlamak: ‘Bu bahtiyar hanımcağızı sordular, iyi biliriz, dedik, hakkımızı helal ettik.’ –M. Ş. Esendal.

hakkını vermek

1) gereğini bütün olarak yerine getirmek: Bu yemeğin hakkını vermişsin. 2) birinin çalışmasının karşılığını gereğince değerlendirmek: O öğretmen, öğrencilerin her zaman hakkını verir.

haklı bulmak

davasını, iddiasını, düşüncesini, davranışını doğru bulmak, yerinde görmek: Müdür onu haklı buldu.

haklı çıkmak

davasının, iddiasının, düşüncesinin veya davranışının doğru olduğu anlaşılmak: Bu tartışmada o haklı çıktı.

haksız bulmak

bir iddiayı, düşünceyi, davranışı doğru ve yerinde bulmamak.

haksızlığa uğramak

adalete aykırı bir duruma düşmek, haksızlıkla karşılaşmak: ‘Gücenik, haksızlığa uğramaktan bezmiş gibi susuyor.’ –İ. Aral.

hâl hatır (hâlini hatırını) sormak

bir kimseye ‘nasılsınız, ne durumdasınız’ anlamında nezaket sorusu yöneltmek: ‘Karşılıklı oturdular, hâl ve hatır sordular, sonra sustular.’ –R. H. Karay. ‘Rapor almışsa, çiçekler, kolonyalar getirir, hâlimizi hatırımızı sorar, moral verir.’ –M. İzgü.

hâlâ o masal

‘hep aynı söz, aynı düşünce, davranış veya sorun’ anlamında kullanılan bir söz.

halay çekmek (tepmek)

halay oyunu oynamak: ‘Erkekler dışarıda halay çekip tabanca atarken kadınlar Zekiye’yi getirip ortaya oturttular.’ –L. Tekin.

hâlden anlamak (bilmek)

bir kimsenin içinde bulunduğu güç durumu anlayarak sezip anlayış göstermek: ‘Kız hâlden anlamış olacak ki iki kere daha ikramda bulundu.’ –R. Erduran.

hâle yola koymak

iyi bir düzen vermek, tertiplemek: ‘Ben avukatımla Baba meselesini bir hâle yola sokmaya uğraşırken Hacı Ömer ile Müftü arasında epeyce şiddetli bir kavga çıktı.’ –R. N. Güntekin.

halebi orada ise arşın burada

bir iddia veya söz abartılı bulunduğunda kanıtını istemek için kullanılan bir söz.

halef selef olmak

biri ötekinin makamını almak, yerine geçmek.

halel gelmek

bozulmak, zarara uğramak: ‘İsterdim ki saçlarının rengine, dişlerinin parıltısına ve gözlerinin güzelliğine halel gelmemiş olsun.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.

halel getirmek

zarar vermek: ‘Son nefesine kadar devlet adamı saygınlığına halel getirmeyen böyle bir metanet örneği olmuştu.’ –H. Taner.

halel vermek

bozmak, sarsmak: ‘Yeni mahalleler ayrı yerlerde şehrin tarihî kıymetine halel vermemek üzere inşa olunmaktadır.’ –F. R. Atay.

haleldar etmek

bozmak, sarsmak: ‘Haysiyetli bir şahsiyetin şeref hakkı haleldar edilemez.’ –M. C. Anday.

hâli (hâlleri) duman olmak

argo kötü duruma düşmek: ‘Anası da artık eskisi gibi çamaşıra falan gidemediğinden hâlleri dumandı.’ –H. Taner.

hâli harap olmak

bitkin, perişan olmak, kötü duruma düşmek: Sınıfı geçmezse hâli haraptır.

hâli kalmamak

gücü, takati, eski durumu olmamak: ‘Ama nasıl kurtulacaktı? Kuvveti bitmiş, kımıldayacak hâli kalmamıştı.’ –Ö. Seyfettin.

hâli tavrı yerinde

durumu, görünüşü, davranışı düzgün.

hâli üzere

olduğu gibi: ‘Fakat bir zaman sonra tabiata karşı uğraşmanın nafileliğini anlayarak her şeyi hâli üzere bırakmıştı.’ –R. N. Güntekin.

hâli vakti yerinde

paraca durumu iyi, zengin: Bu adamın hâli vakti yerinde.

hâline bakmamak

kendisinin ne durumda olduğunu düşünmeden gücünü aşan işlere kalkışmak: ‘İhtiyar bunak, hâline bakmıyor da neler söylüyor.’ –M. Ş. Esendal.

hâline köpekler bile güler

tkz. çok kötü bir duruma düşenler için kullanılan bir söz.

halı altına süpürmek

çözümlenemeyen sorunların görüşülmesini ertelemek, gözden uzak etmek.

halka inmek

halkın anlayışı ve görüşü düzeyinde olmak.

halka olmak

bir çember biçiminde dizilmek: ‘Alevlerin etrafında halka olduk ve konuştuk.’ –H. E. Adıvar.

hallaç pamuğu gibi atmak

toplu durumda bulunan kişi veya nesneleri darmadağın etmek.

hâllenip küllenmek

kendi imkânlarıyla iyi kötü geçinip gitmek, kendi yağıyla kavrulmak.

hallihamur olmak

içinde bulunduğu koşullara uymak: ‘Suyun, toprağın, gözyaşının ve insan kanının hallihamur olduğu bu Anadolu toprağı susar mı?’ –A. Gündüz.

halt etmek

tkz. uygunsuz bir söz söylemek, uygunsuz davranmak, uygunsuz bir iş yapmak: ‘İşlerim var. Sen de peşime takıl benimle in, sonra ne halt edersen et.’ –A. Kulin.

halt karıştırmak

tkz. halt etmek: ‘Şu kendisine üç saniye gibi gelen bir saat on beş dakika zarfında ne halt karıştırmıştı.’ –S. F. Abasıyanık.

halt yemek

tkz. halt etmek: ‘On beş yaşında bu haltları yerse yirmi yaşına geldiği zaman ne yapacak?’ –R. N. Güntekin.

halvet gibi

çok sıcak (yer, oda).

halvet olmak

birisi veya birileriyle yalnız görüşmek amacıyla içeriye başkasını veya başkalarını almamak.

ham çıkmak

kavun, karpuz olgunlaşmamak.

ham hum etmek

belirsiz, önemsiz, boş birtakım sözler söylemek.

ham hum şorolop

düzenle veya el çabukluğu ile yapılan, kimsenin akıl erdiremediği iş.

hamam gibi

pek sıcak: ‘Bugün deniz hamam gibidir değil mi?’ –B. Felek.

hamamcı olmak

argo boy abdesti alması gerekmek.

hamamın namusunu kurtarmak

görünüşünü kurtarmaya yönelen birtakım yetersiz çarelere başvurarak kötü bilinen bir yere onur kazandırmaya çalışmak.

hamle etmek (yapmak)

1) atılmak, saldırmak: ‘Sinir içindeki kadına o anda hamle etme aptallığını da yapmış ve tokadı yemiş.’ –R. Erduran. 2) önemli bir işe girişmek, bir işte başarı sağlamak için çaba harcamak.

hamur açmak

yoğrulmuş hamuru inceltip yufka durumuna getirmek.

hamur gibi

1) yorgunluktan eli ayağı tutmayan; 2) çok pişip bulamaç durumuna gelen (yiyecek).

hamur tutmak

hamur hazırlamak.

han gibi

gereğinden çok geniş olan (yer).

han hamam sahibi (olmak)

malı mülkü çok, varlıklı kimse (olmak).

han kapısından teğelti atmak

defetmek, kovmak: ‘Bir adamı hiç sormadan, etmeden böyle han kapısından teğelti atar gibi kolundan tutup fırlatınca içinde bir üzüntü kalır.’ –M. Ş. Esendal.

hangar gibi

çok büyük ve geniş (yer) anlamında kullanılan bir söz.

hangi peygambere kulluk edeceğini şaşırmak

kimin sözünü yerine getireceğini bilemeyerek şaşkınlık içinde kalmak.

hani yok mu

dikkati arkadan gelen söze çekmek için söylenen bir söz.

hant hant ötmek

bir şeye aşırı istek duymak.

hanumanını yıkmak

ocağını yıkmak, evini barkını dağıtmak: ‘Bu oğlan hanumanımı yıkar benim, derdi.’ –R. N. Güntekin.

Hanya’yı Konya’yı anlamak (bilmek, görmek)

bir işin gerçek yönünü anlayarak aklı başına gelmek, akıllanmak.

hap etmek

yemek, yutmak.

hapis giymek

hapis cezasına çarptırılmak.

hapis kalmak

1) mahkûm olarak hapiste yatmak; 2) bir yere çıkamaz, gidemez durumda olmak: ‘Bu köprünün yol vermeyişinden dolayı, Haliç’te yıllar boyu hapis kalan gemiler oldu.’ –A. Boysan.

hapis yatmak

hükümlü olduğu süreyi hapishanede geçirmek: ‘Adamcağız hem hapis yatacak hem dayak yiyecek.’ –A. Gündüz.

hapishane kaçkını gibi

kılık kıyafetine dikkat etmeyen (kimse).

hapislerde çürümek

çok uzun süre hapiste kalmak: ‘İşinden atıldığını, hapislerde çürüdüğünü, çocuklarının perişanlığını gördü.’ –M. İzgü.

hapı yutmak

tkz. kötü bir duruma düşmek: ‘Gideceğimiz kasabada iki yazlık sinema varsa hapı yutmuşuzdur.’ –S. F. Abasıyanık.

har vurup harman savurmak

Düşüncesizce ve hesapsızca harcamak, bol bol harcayıp tüketmek.

har vurup harman savurmak

düşüncesizce ve hesapsızca harcamak, bol bol harcayıp tüketmek.

haraç mezat satmak

açık artırma ile satmak.

haraç yemek (almak)

başkasının sırtından geçinmek.

haram yemek

toplumun gelenek ve göreneklerine veya dinî kurallarına aykırı olarak bir şeyi kendi yararına kullanmak, sahiplenmek.

harama uçkur çözmek

nikâhsız olarak cinsel ilişkide bulunmak.

harap düşmek

kötü bir durumla karşı karşıya kalmak: ‘Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.’ –Atatürk.

harar gibi

içine çok şey alabilen, geniş, büyük (eşya).

hararet basmak

1) çok susamak; 2) vücut ısısı artmak.

hararet kesmek (söndürmek)

susuzluğu gidermek.

hararet vermek

susatmak.

harekete geçirmek (getirmek)

bir işin yapılmasına sebep olmak, kımıldatmak, canlandırmak: ‘İlçelerinde ne kadar dernek varsa hepsini harekete geçirdiler.’ –A. Kulin.

harekete geçmek

1) bir işi yapmaya başlamak, bitirmek amacı ile bir işe girişmek: ‘Saldırma için lazım gelen strateji planını tespit ederler ve ona göre harekete geçerlerdi.’ –Y. K. Karaosmanoğlu. 2) bir yerden bir yere gitmeye başlamak: ‘Derken garp istikametinde küçüklü büyüklü muazzam bir bulut kütlesi harekete geçiyor.’ –N. F. Kısakürek.

harem selamlık olmak

bir yerde kadın erkek ayrı oturmak.

harf atmak

tanımadığı bir kadına uygunsuz sözler söyleyerek yaklaşmaya çalışmak.

hariçten gazel okumak (atmak)

tkz. 1) bir konuyu iyice bilmeden üzerinde görüş ve düşünce ileri sürmek; 2) bir konuşmaya yersiz ve zamansız katılmak.

harikalar yaratmak

hayranlık uyandıracak başarılar kazanmak.

haritadan silinmek

1) bir ülke, başka devletin egemenliği altına girmek: ‘Koca Rumeli, Edirne’si, Selanik’i, Manastır’ı, Yanya’sı, Kosova’sı, İşkodra’sı ile imparatorluk haritasından silinmişti.’ –Y. Z. Ortaç. 2) bir yerleşim yeri savaş, deprem vb. bir olay sonunda yok olmak.

harı başına vurmak

1) çok kızmak; 2) azmak, kendini tutamayacak duruma gelmek.

harı geçmek

kızgınlığı, sıcaklığı, hevesi, isteği veya öfkesi azalmak.

harman çevirmek

harmanlamak.

harman dövmek

ekin tanelerini saptan ayırma işini yapmak.

harman etmek (yapmak)

birçok çeşitten birer parça alıp yeni bir birleşim oluşturmak.

harman savurmak

tahılı samandan ayırmak için dövülmüşünü rüzgâra karşı savurmak: ‘Akşam vakti ırgatlarla beraber harman savururum.’ –S. F. Abasıyanık.

harmanı kaldırmak

harman işini bitirmek: ‘Harmanı kaldırmaktan başka bir şey düşünmüyordu.’ –S. Çokum.

harp açmak

1) savaş açmak; 2) mec. bir konuda güçlü biçimde mücadele etmek, bir konuyu şiddetle savunmak: ‘Gençler, kendi cinslerinden riyakârlara karşı harp açmalıdırlar.’ –F. R. Atay.

hart hurt etmek

korkutmak amacıyla sert ve yüksek sesle konuşmak: ‘O bile, sağa sola hart hurt etmeye başlamış.’ –K. Korcan.

haşa huzurdan (huzurunuzdan)

uygunsuz bir şey söylemek zorunda kalındığında bağışlanma dileği anlatan bir söz: Haşa huzurdan, o hayvan gibi davrandı.

haşa sümme haşa

‘öyle olmasına ihtimal yok, öyle değildir’ anlamında kullanılan bir söz.

haşadı çıkmak

1) bozulmak, işe yaramaz duruma gelmek; 2) çok yorulmak, bitkinleşmek.

hasara uğramak

zarar görmek, yıkılmak, harap olmak: ‘Bir lokomotifle iki vagon hasara uğramışlar.’ –A. İlhan.

hasbi geçmek

bir şeye önem vermemek, ilgi göstermemek, kısa kesmek: ‘Aslına bakarsanız karı bana yıllar yılı güler, işaret ederdi de arkadaş karısı diye hasbi geçerdim.’ –O. Kemal.

haşır neşir etmek

kaynaştırmak, bir arada bulundurmak: ‘Bir rüzgâr gibi alıp bunların arasına atar, beni bunlarla haşır neşir ederdi.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.

haşır neşir olmak

kaynaşmak, bir arada bulunup uğraşmak: ‘Her ikisi de vahşi hayvanlarla haşır neşir olur.’ –A. Erhat.

hasıraltı etmek

bir işi isteyerek, bilerek ve haksız olarak yürütmemek, örtbas etmek.

Sayfa 52 / 113

 

 

Filtreleme Seçenekleri
Field not found.
Ana Menü