hakkı var
‘doğru düşünüyor, doğru söylüyor, doğru davranıyor’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Hakkınız var; dağ, çöl ve deniz hasreti dinmez hasretlerdenmiş.’ –R. H. Karay.
hakkından gelmek
1) zor bir işi başarı ile sona erdirmek: ‘Büyük kızı kocaya kaçtığı zaman küçükleri on iki dönüm tarlanın hakkından gelecek kadar yetişkindiler.’ –N. Cumalı. 2) yenmek, öç almak veya cezasını vermek: ‘Anlaşılan Cemal Paşa’nın bu işe yarar bir adamı yok, bize bıraksın, haklarından gelelim, dediler.’ –F. R. Atay.
hakkını aramak
hakkı olduğuna inandığı şeyi elde etmeye çalışmak.
hakkını helal etmek
hakkını, emeğini bağışlamak: ‘Bu bahtiyar hanımcağızı sordular, iyi biliriz, dedik, hakkımızı helal ettik.’ –M. Ş. Esendal.
hakkını vermek
1) gereğini bütün olarak yerine getirmek: Bu yemeğin hakkını vermişsin. 2) birinin çalışmasının karşılığını gereğince değerlendirmek: O öğretmen, öğrencilerin her zaman hakkını verir.
haklı bulmak
davasını, iddiasını, düşüncesini, davranışını doğru bulmak, yerinde görmek: Müdür onu haklı buldu.
haklı çıkmak
davasının, iddiasının, düşüncesinin veya davranışının doğru olduğu anlaşılmak: Bu tartışmada o haklı çıktı.
haksız bulmak
bir iddiayı, düşünceyi, davranışı doğru ve yerinde bulmamak.
haksızlığa uğramak
adalete aykırı bir duruma düşmek, haksızlıkla karşılaşmak: ‘Gücenik, haksızlığa uğramaktan bezmiş gibi susuyor.’ –İ. Aral.
hâl hatır (hâlini hatırını) sormak
bir kimseye ‘nasılsınız, ne durumdasınız’ anlamında nezaket sorusu yöneltmek: ‘Karşılıklı oturdular, hâl ve hatır sordular, sonra sustular.’ –R. H. Karay. ‘Rapor almışsa, çiçekler, kolonyalar getirir, hâlimizi hatırımızı sorar, moral verir.’ –M. İzgü.
hâlâ o masal
‘hep aynı söz, aynı düşünce, davranış veya sorun’ anlamında kullanılan bir söz.
halay çekmek (tepmek)
halay oyunu oynamak: ‘Erkekler dışarıda halay çekip tabanca atarken kadınlar Zekiye’yi getirip ortaya oturttular.’ –L. Tekin.
hâlden anlamak (bilmek)
bir kimsenin içinde bulunduğu güç durumu anlayarak sezip anlayış göstermek: ‘Kız hâlden anlamış olacak ki iki kere daha ikramda bulundu.’ –R. Erduran.
hâle yola koymak
iyi bir düzen vermek, tertiplemek: ‘Ben avukatımla Baba meselesini bir hâle yola sokmaya uğraşırken Hacı Ömer ile Müftü arasında epeyce şiddetli bir kavga çıktı.’ –R. N. Güntekin.
halebi orada ise arşın burada
bir iddia veya söz abartılı bulunduğunda kanıtını istemek için kullanılan bir söz.
halef selef olmak
biri ötekinin makamını almak, yerine geçmek.
halel gelmek
bozulmak, zarara uğramak: ‘İsterdim ki saçlarının rengine, dişlerinin parıltısına ve gözlerinin güzelliğine halel gelmemiş olsun.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
halel getirmek
zarar vermek: ‘Son nefesine kadar devlet adamı saygınlığına halel getirmeyen böyle bir metanet örneği olmuştu.’ –H. Taner.
halel vermek
bozmak, sarsmak: ‘Yeni mahalleler ayrı yerlerde şehrin tarihî kıymetine halel vermemek üzere inşa olunmaktadır.’ –F. R. Atay.
haleldar etmek
bozmak, sarsmak: ‘Haysiyetli bir şahsiyetin şeref hakkı haleldar edilemez.’ –M. C. Anday.
hâli (hâlleri) duman olmak
argo kötü duruma düşmek: ‘Anası da artık eskisi gibi çamaşıra falan gidemediğinden hâlleri dumandı.’ –H. Taner.
hâli harap olmak
bitkin, perişan olmak, kötü duruma düşmek: Sınıfı geçmezse hâli haraptır.
hâli kalmamak
gücü, takati, eski durumu olmamak: ‘Ama nasıl kurtulacaktı? Kuvveti bitmiş, kımıldayacak hâli kalmamıştı.’ –Ö. Seyfettin.
hâli tavrı yerinde
durumu, görünüşü, davranışı düzgün.
hâli üzere
olduğu gibi: ‘Fakat bir zaman sonra tabiata karşı uğraşmanın nafileliğini anlayarak her şeyi hâli üzere bırakmıştı.’ –R. N. Güntekin.
hâli vakti yerinde
paraca durumu iyi, zengin: Bu adamın hâli vakti yerinde.
hâline bakmamak
kendisinin ne durumda olduğunu düşünmeden gücünü aşan işlere kalkışmak: ‘İhtiyar bunak, hâline bakmıyor da neler söylüyor.’ –M. Ş. Esendal.
hâline köpekler bile güler
tkz. çok kötü bir duruma düşenler için kullanılan bir söz.
halı altına süpürmek
çözümlenemeyen sorunların görüşülmesini ertelemek, gözden uzak etmek.
halka inmek
halkın anlayışı ve görüşü düzeyinde olmak.
halka olmak
bir çember biçiminde dizilmek: ‘Alevlerin etrafında halka olduk ve konuştuk.’ –H. E. Adıvar.
hallaç pamuğu gibi atmak
toplu durumda bulunan kişi veya nesneleri darmadağın etmek.
hâllenip küllenmek
kendi imkânlarıyla iyi kötü geçinip gitmek, kendi yağıyla kavrulmak.
hallihamur olmak
içinde bulunduğu koşullara uymak: ‘Suyun, toprağın, gözyaşının ve insan kanının hallihamur olduğu bu Anadolu toprağı susar mı?’ –A. Gündüz.
halt etmek
tkz. uygunsuz bir söz söylemek, uygunsuz davranmak, uygunsuz bir iş yapmak: ‘İşlerim var. Sen de peşime takıl benimle in, sonra ne halt edersen et.’ –A. Kulin.
halt karıştırmak
tkz. halt etmek: ‘Şu kendisine üç saniye gibi gelen bir saat on beş dakika zarfında ne halt karıştırmıştı.’ –S. F. Abasıyanık.
halt yemek
tkz. halt etmek: ‘On beş yaşında bu haltları yerse yirmi yaşına geldiği zaman ne yapacak?’ –R. N. Güntekin.
halvet gibi
çok sıcak (yer, oda).
halvet olmak
birisi veya birileriyle yalnız görüşmek amacıyla içeriye başkasını veya başkalarını almamak.
ham çıkmak
kavun, karpuz olgunlaşmamak.
ham hum etmek
belirsiz, önemsiz, boş birtakım sözler söylemek.
ham hum şorolop
düzenle veya el çabukluğu ile yapılan, kimsenin akıl erdiremediği iş.
hamam gibi
pek sıcak: ‘Bugün deniz hamam gibidir değil mi?’ –B. Felek.
hamamcı olmak
argo boy abdesti alması gerekmek.
hamamın namusunu kurtarmak
görünüşünü kurtarmaya yönelen birtakım yetersiz çarelere başvurarak kötü bilinen bir yere onur kazandırmaya çalışmak.
hamle etmek (yapmak)
1) atılmak, saldırmak: ‘Sinir içindeki kadına o anda hamle etme aptallığını da yapmış ve tokadı yemiş.’ –R. Erduran. 2) önemli bir işe girişmek, bir işte başarı sağlamak için çaba harcamak.
hamur açmak
yoğrulmuş hamuru inceltip yufka durumuna getirmek.
hamur gibi
1) yorgunluktan eli ayağı tutmayan; 2) çok pişip bulamaç durumuna gelen (yiyecek).
hamur tutmak
hamur hazırlamak.
han gibi
gereğinden çok geniş olan (yer).
han hamam sahibi (olmak)
malı mülkü çok, varlıklı kimse (olmak).
han kapısından teğelti atmak
defetmek, kovmak: ‘Bir adamı hiç sormadan, etmeden böyle han kapısından teğelti atar gibi kolundan tutup fırlatınca içinde bir üzüntü kalır.’ –M. Ş. Esendal.
hangar gibi
çok büyük ve geniş (yer) anlamında kullanılan bir söz.
hangi peygambere kulluk edeceğini şaşırmak
kimin sözünü yerine getireceğini bilemeyerek şaşkınlık içinde kalmak.
hani yok mu
dikkati arkadan gelen söze çekmek için söylenen bir söz.
hant hant ötmek
bir şeye aşırı istek duymak.
hanumanını yıkmak
ocağını yıkmak, evini barkını dağıtmak: ‘Bu oğlan hanumanımı yıkar benim, derdi.’ –R. N. Güntekin.
Hanya’yı Konya’yı anlamak (bilmek, görmek)
bir işin gerçek yönünü anlayarak aklı başına gelmek, akıllanmak.
hap etmek
yemek, yutmak.
hapis giymek
hapis cezasına çarptırılmak.
hapis kalmak
1) mahkûm olarak hapiste yatmak; 2) bir yere çıkamaz, gidemez durumda olmak: ‘Bu köprünün yol vermeyişinden dolayı, Haliç’te yıllar boyu hapis kalan gemiler oldu.’ –A. Boysan.
hapis yatmak
hükümlü olduğu süreyi hapishanede geçirmek: ‘Adamcağız hem hapis yatacak hem dayak yiyecek.’ –A. Gündüz.
hapishane kaçkını gibi
kılık kıyafetine dikkat etmeyen (kimse).
hapislerde çürümek
çok uzun süre hapiste kalmak: ‘İşinden atıldığını, hapislerde çürüdüğünü, çocuklarının perişanlığını gördü.’ –M. İzgü.
hapı yutmak
tkz. kötü bir duruma düşmek: ‘Gideceğimiz kasabada iki yazlık sinema varsa hapı yutmuşuzdur.’ –S. F. Abasıyanık.
har vurup harman savurmak
Düşüncesizce ve hesapsızca harcamak, bol bol harcayıp tüketmek.
har vurup harman savurmak
düşüncesizce ve hesapsızca harcamak, bol bol harcayıp tüketmek.
haraç mezat satmak
açık artırma ile satmak.
haraç yemek (almak)
başkasının sırtından geçinmek.
haram yemek
toplumun gelenek ve göreneklerine veya dinî kurallarına aykırı olarak bir şeyi kendi yararına kullanmak, sahiplenmek.
harama uçkur çözmek
nikâhsız olarak cinsel ilişkide bulunmak.
harap düşmek
kötü bir durumla karşı karşıya kalmak: ‘Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.’ –Atatürk.
harar gibi
içine çok şey alabilen, geniş, büyük (eşya).
hararet basmak
1) çok susamak; 2) vücut ısısı artmak.
hararet kesmek (söndürmek)
susuzluğu gidermek.
hararet vermek
susatmak.
harekete geçirmek (getirmek)
bir işin yapılmasına sebep olmak, kımıldatmak, canlandırmak: ‘İlçelerinde ne kadar dernek varsa hepsini harekete geçirdiler.’ –A. Kulin.
harekete geçmek
1) bir işi yapmaya başlamak, bitirmek amacı ile bir işe girişmek: ‘Saldırma için lazım gelen strateji planını tespit ederler ve ona göre harekete geçerlerdi.’ –Y. K. Karaosmanoğlu. 2) bir yerden bir yere gitmeye başlamak: ‘Derken garp istikametinde küçüklü büyüklü muazzam bir bulut kütlesi harekete geçiyor.’ –N. F. Kısakürek.
harem selamlık olmak
bir yerde kadın erkek ayrı oturmak.
harf atmak
tanımadığı bir kadına uygunsuz sözler söyleyerek yaklaşmaya çalışmak.
hariçten gazel okumak (atmak)
tkz. 1) bir konuyu iyice bilmeden üzerinde görüş ve düşünce ileri sürmek; 2) bir konuşmaya yersiz ve zamansız katılmak.
harikalar yaratmak
hayranlık uyandıracak başarılar kazanmak.
haritadan silinmek
1) bir ülke, başka devletin egemenliği altına girmek: ‘Koca Rumeli, Edirne’si, Selanik’i, Manastır’ı, Yanya’sı, Kosova’sı, İşkodra’sı ile imparatorluk haritasından silinmişti.’ –Y. Z. Ortaç. 2) bir yerleşim yeri savaş, deprem vb. bir olay sonunda yok olmak.
harı başına vurmak
1) çok kızmak; 2) azmak, kendini tutamayacak duruma gelmek.
harı geçmek
kızgınlığı, sıcaklığı, hevesi, isteği veya öfkesi azalmak.
harman çevirmek
harmanlamak.
harman dövmek
ekin tanelerini saptan ayırma işini yapmak.
harman etmek (yapmak)
birçok çeşitten birer parça alıp yeni bir birleşim oluşturmak.
harman savurmak
tahılı samandan ayırmak için dövülmüşünü rüzgâra karşı savurmak: ‘Akşam vakti ırgatlarla beraber harman savururum.’ –S. F. Abasıyanık.
harmanı kaldırmak
harman işini bitirmek: ‘Harmanı kaldırmaktan başka bir şey düşünmüyordu.’ –S. Çokum.
harp açmak
1) savaş açmak; 2) mec. bir konuda güçlü biçimde mücadele etmek, bir konuyu şiddetle savunmak: ‘Gençler, kendi cinslerinden riyakârlara karşı harp açmalıdırlar.’ –F. R. Atay.
hart hurt etmek
korkutmak amacıyla sert ve yüksek sesle konuşmak: ‘O bile, sağa sola hart hurt etmeye başlamış.’ –K. Korcan.
haşa huzurdan (huzurunuzdan)
uygunsuz bir şey söylemek zorunda kalındığında bağışlanma dileği anlatan bir söz: Haşa huzurdan, o hayvan gibi davrandı.
haşa sümme haşa
‘öyle olmasına ihtimal yok, öyle değildir’ anlamında kullanılan bir söz.
haşadı çıkmak
1) bozulmak, işe yaramaz duruma gelmek; 2) çok yorulmak, bitkinleşmek.
hasara uğramak
zarar görmek, yıkılmak, harap olmak: ‘Bir lokomotifle iki vagon hasara uğramışlar.’ –A. İlhan.
hasbi geçmek
bir şeye önem vermemek, ilgi göstermemek, kısa kesmek: ‘Aslına bakarsanız karı bana yıllar yılı güler, işaret ederdi de arkadaş karısı diye hasbi geçerdim.’ –O. Kemal.
haşır neşir etmek
kaynaştırmak, bir arada bulundurmak: ‘Bir rüzgâr gibi alıp bunların arasına atar, beni bunlarla haşır neşir ederdi.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
haşır neşir olmak
kaynaşmak, bir arada bulunup uğraşmak: ‘Her ikisi de vahşi hayvanlarla haşır neşir olur.’ –A. Erhat.
hasıraltı etmek
bir işi isteyerek, bilerek ve haksız olarak yürütmemek, örtbas etmek.
