gurbet çekmek
doğup yaşadığı yerleri özlemek.
gurbete (gurbet ele) düşmek
aile ocağından uzak bir yere gitmek.
gurbete çıkmak
doğup yaşanılan yerden uzaklaşmak.
güreş etmek (tutmak)
güreşmek: ‘Daha bir hafta evvel koruda güreş ederek onu yere yıkmıştı.’ –P. Safa.
gurk etmek
tavuk kuluçkaya yatmak isterken veya yavrularını çağırırken ‘gurk gurk’ diye ses çıkarmak.
gurk olmak
kuluçkaya yatmaya hazırlanmak.
gurka yatmak
tavuk civciv çıkarmak için yumurta üzerine oturmak.
gürleyip gitmek
beklenmedik bir zamanda ansızın ölmek: ‘Huri’nin anası, doğurduktan sonra bir tifo hastalığında gürleyip gitmişti.’ –N. Nâzım.
gürültü bastırmak
gürültüden daha güçlü ses çıkarıp onu etkisizleştirmek: ‘Barın bütün gürültüsünü bastıran kahkahaları bundan sonra başladı.’ –N. Cumalı.
gürültü çıkarmak (etmek, koparmak, yapmak)
1) düzensiz ve rahatsız edici sesler çıkarmak: ‘Karanlıkta bana çarpıp da gürültü yapmamaya dikkat ederek kapıyı açtım.’ –H. C. Yalçın. 2) kavga, karışıklık, tartışma çıkarmak.
gürültü çıkmak
kavga, tartışma, karışıklık olmak: ‘Bir gürültü çıkarmadan buradan gidiniz…’ –H. R. Gürpınar.
gürültüye gelmek
bir iş, bir düşünce vb. telaş ve karışıklığa rastlayarak ilgi çekmemek, üzerinde durulmamak.
gürültüye getirmek (boğmak)
1) bir işi, bir düşünceyi telaş ve karışıklık yüzünden ilgi çekmez duruma getirmek; 2) söz kalabalığından, karışıklıktan yararlanarak istediğini elde etmek.
gürültüye gitmek
telaş ve karışıklığa rastlayarak değeri anlaşılmayıp unutulmak.
gürültüye pabuç bırakmamak
tkz. patırtıya pabuç bırakmamak.
gurup etmek
güneş, batmak: ‘Güneş kuru bir kütük ateşi gibi kımıldayan al alevler arasında gurup ediyordu.’ –A. H. Müftüoğlu.
gurur duymak
gururlanmak: ‘Bu acıya kendi sebebiyet verdiğini hissetmekten gurur duyuyordu.’ –H. E. Adıvar.
gurura kapılmak
büyüklenmek, gururlanmak: ‘Sataşmalarını artırıyor ve yersiz bir gurura kapılıyordu.’ –K. Korcan.
gururuna ağır gelmek
kişiliğine zor gelmek, büyüklüğünün zedelendiğini düşünmek.
gururuna dokunmak
kişiliği zedelenmek, onuru kırılmak.
gururunu ayakaltına almak
her türlü fedakârlığı göze alıp ödün vermek, ilkelerden vazgeçmek.
gururunu okşamak
yüzüne karşı değerlerini belirterek bir kimseyi duygulandırmak: ‘Genç, güzel bir kızın kendisinden hoşlandığını görmek, gururunu okşuyor.’ –N. Cumalı.
güven duymak (beslemek)
güvenmek, inanmak.
güven kazanmak
kendisine inandırmak.
güven vermek
güven duygusu uyandırmak, itimat telkin etmek.
güvence altına almak
koruma sorumluluğunu üstlenmek.
güvence vermek
1) bir anlaşmada taraflardan biriyle ilgili olarak sorumluluğu yüklenmek, inanca vermek, teminat vermek, garanti vermek; 2) bir sorumluluk karşılığı olarak para vb. ortaya koymak, inanca vermek, teminat vermek, garanti vermek.
güvenceye bağlamak
güvence altına almak.
güvendiği dağlara kar yağmak (güvendiği dal elinde kalmak)
yardım ve yarar beklediği kimse, yer veya şeyden iyilik gelmemek.
güveni sarsılmak
güveni kalmamak.
güvenmelik vermek
bir kimseye pazarlığında anlaşılmış bir paranın küçük bir bölümünü önceden vermek, kapora vermek.
güvenoyu almak
hükûmetin tutumu milletvekilleri tarafından onaylanmak.
güvenoyu vermek
hükûmetin tutumu ile ilgili olarak milletvekilleri tarafından olumlu oy kullanılmak.
güvensizlik duymak
güvenmemek: ‘Dikkatle dinlemiyordu bu haberleri. Aksine gittikçe artan bir güvensizlik duyuyordu söylenen sözlere.’ –N. Cumalı.
güveyi girmek
1) erkek, evlenmek: ‘Kostüm yeni, potinler yeni, gömlek yeni. Güveyi mi giriyorsun çapkın?’ –P. Safa. 2) iç güveyisi girmek.
ha babam (ha)
1) karşısındakinin çabasını artırmak için kullanılan bir söz; 2) sürekli olarak, durmadan. ‘Yirmi iki delikanlı kan ter içinde ha babam ha koşuyorlar.’ –N. Hikmet.
ha babam de babam
durmaksızın, sürekli.
ha bire
durmadan, ara vermeden, arka arkaya, sürekli olarak: ‘Etrafında, bir kolayını bulup dışarıya sızanlardan birkaç kişi ha bire ellerinden öpüyor.’ –N. F. Kısakürek.
ha bugün ha yarın
neredeyse, kısa bir süre içinde: Ha bugün ha yarın gelecek diye bekliyorlar.
ha deyince
istenilen anda.
ha gayret
kuvvet vermek, cesaretlendirmek, yardım etmek için söylenen bir söz.
ha Hoca Ali ha Ali Hoca
değişik gibi gösterilen iki şeyin, gerçekte aynı olduğunu anlatan bir söz.
ha şöyle
yapılan bir işin beğenildiğini anlatan bir söz.
ha şunu bileydin
tkz. ‘bunu çoktan anlaman, bilmen gerekirdi’ anlamında kullanılan bir söz.
habbesi kalmadı (yok)
‘kalmadı, bitti, tükendi’ anlamında kullanılan bir söz.
habbeyi kubbe yapmak
önemsiz bir şeyi abartmak: ‘Arkadaşım İrfan’ın habbeyi nasıl kubbe yaptığını çok iyi bilirim.’ –O. C. Kaygılı.
haber almak
kendisine bildirilmek, öğrenmek, bilgi edinmek: ‘Sizden haber almayalı bir seneden fazla oldu.’ –P. Safa.
haber atlamak
gazetecilikte bir haberi vaktinde yayımlayamamak.
haber çıkmamak
biri veya bir şey için beklenen bilgi gelmemek.
haber geçmek
teleks, telefon vb. ile bilgi iletmek.
haber göndermek
herhangi bir araçla bildirmek: ‘Kayıkları olmayanlar mahalledeki en alışık oldukları kira sandallarına haber gönderirler.’ –A. Ş. Hisar.
haber patlatmak
çok önemli bir haberi ilk kez açıklamak: ‘Bu haberi patlatacak olan gazete en az bir hafta gündemi belirlemiş olacak.’ –A. Ümit.
haber salmak (yollamak)
haber göndermek: ‘Ben bu sevdadan vazgeçmez iken / Gizli gizli haber salıp durmasın’ –Halk türküsü.
haber uçurmak
gizlice haber göndermek.
haber vermek
1) bildirmek, haber ulaştırmak: ‘O evlerin ısıtılacağını, akşama sıcak yemek yapılacağını, evlerin ıssız olmadığını haber verirdi.’ –A. Kutlu. 2) bir durumun, bir olayın belirtisi olmak: ‘Günlerden beri artan iştahsızlık ve derin yorgunluk fena günlerin yaklaştığını haber vermiş olabilirdi.’ –P. Safa.
haberden haber vermek
tkz. bir kimse veya bir konuda bilgi istemek.
haberi olmak
bilgisi olmak, bilmek: ‘Annesinin bir şeyden haberi olmadığı için hemen söze karıştı.’ –A. Gündüz.
haberin olsun!
birine herhangi bir konuda uyarıda bulunmak için söylenen bir söz.
haberli olmak
öğrenmiş olmak, haber almış bulunmak: ‘En yeni teknolojik bilgilerden haberli oluyorlar.’ –T. Uyar.
haç çıkarmak
Hristiyanlar, sağ ellerini alın, karın, iki omuz başı ve göğüs hizasına götürerek haç biçiminde tapınma işaretini yapmak, istavroz çıkarmak: ‘Beraber eski kilise harabesine girdiler, kadın burada haç çıkardı.’ –R. H. Karay.
hacamat etmek
1) hacamat yoluyla kan almak; 2) argo hafifçe yaralamak.
hacet dilemek
istekte bulunmak: Artık ne hacet dilese, ne murat etse oluyor.
hacet görmek
1) gerekli bulmak, gerekli saymak: ‘Kendi kuvvetlerini ve yiğitliklerini söylemeye, vaka ile tespit etmeye hacet görmüyorlar.’ –H. E. Adıvar. 2) tuvalete gitmek; 3) alışveriş yapmak.
hacet kalmamak
gereği olmamak: ‘Lakin zora hacet kalmadı.’ –R. H. Karay.
hacet yok
‘gerekliği yok, gerekli değil, istemez’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Hiç üzülmeyin, yemin etmenize de hiç hacet yok.’ –A. Ş. Hisar.
hacetini yapmak (görmek)
küçük veya büyük abdestini yapmak.
hacir altına almak
1) kısıtlamak: ‘Mümkün olduğu kadar uzun zaman devam etmesi için onu âdeta hacir altına almıştık.’ –R. N. Güntekin. 2) huk. hastalık, bunama vb. sebeplerden dolayı davranışlarının nasıl sonuç vereceğini bilemeyen bir kişiyi mahkeme aracılığıyla mal ve mülk yönetimi bakımından kısıtlamak; 3) huk. Medeni Kanun’a göre çeşitli haklarını kullanmaya yetkili olan kişinin bu haklarını mahkeme kararı ile elinden almak, haklarını kullanma bakımından kısıtlamak.
hacıağalık etmek
gereksiz yere, gösteriş için bol para harcamak.
haddeden geçirmek
1) madenleri tel durumuna getirmek için haddeyi kullanmak; 2) mec. en küçük ayrıntısına kadar incelemek, dikkatle araştırmak.
haddi hesabı yok
sayılamayacak kadar çok, sınırsız, ölçüsüz: ‘Çocuklara yemiş getirenin haddi hesabı yok.’ –H. R. Gürpınar.
haddi mi (haddine mi düşmüş)
‘onun bunu yapmaya yetkisi veya yeteneği yoktur’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Haddine mi düşmüş senin, saçımın teline bile ulaşamazsın.’ –R. H. Karay.
haddikifayeyi bulmak
yeterince olmak.
haddini aşmak
ölçüyü kaçırmak, aşırı gitmek: ‘Elverir ki insanı insan eden bu kuvvet, haddini aşmasın ve delilik çapına varmasın.’ –N. F. Kısakürek.
haddini bilmek
kendi değer ve yeteneğini olduğundan üstün görmemek: ‘Kişi haddini bilmeli de kendine yakışacak sevdalara düşmeli.’ –N. Ataç.
hadi canım sen de
haydi canım sen de.
hadi oradan
haydi oradan.
hadise çıkarmak
olay çıkarmak: ‘Gürültü etmeden, iz bırakmadan, hadise çıkarmadan çalışıyorlar, arılar gibi.’ –E. M. Karakurt.
hadım etmek
1) kısırlaştırmak; 2) mec. köreltmek, önemini azaltmak: ‘Bugün Batı dünyasında sanatı, tüketim toplumu modelinin yararına olmak üzere hadım etme çabalarına rastlanmakta.’ –A. Cemal.
hafakanlar basmak (boğmak)
sıkıntıdan bunalmak.
hafif atlatmak
kötü bir durumdan çok az bir zararla kurtulmak.
hafif gelmek
1) ağırlığı fazla olmamak: ‘Çok hafif geldiği için düvene ağır bir taş oturtmuşlardı.’ –R. Enis. 2) mec. önemsiz görmek, değer verilmemek.
hafife almak
küçümsemek, önemsememek.
hafiflik etmek
yakışıksız bir davranışta bulunmak veya söz söylemek.
hafiften almak
önemsiz bulup üzerine düşmemek, yeterince ilgilenmemek.
hafızayı yoklamak
hatırlamaya çalışmak: ‘Hafızamı yokluyorum, bu imza ile karşılaştığım gün, yirmi yılın gerisinde.’ –Y. Z. Ortaç.
hafta sekiz, gün dokuz
‘tedirgin edercesine sık sık’ anlamında kullanılan bir söz: O, hafta sekiz, gün dokuz bizdedir!
hah şöyle
ha şöyle: Hah şöyle, biraz kendini göster!
hak (hakkını) yemek
başkalarının hakkını vermemek: ‘Hem benden haber bekleyen okuyucularımın hakkını yiyor, öteki genç okuyucularımın kalbini kırıyorum.’ –O. V. Kanık.
hak etmek
1) bir emek karşılığı hakkı olan şeyi elde etmek, hak kazanmak: ‘Mutlu, başarılı, kendine güvenmeyi hak etmiş birisi.’ –T. Buğra. 2) layık olduğu kötü karşılığı almak; 3) bir başarı dolayısıyla ödüllendirilmek: ‘Kadın dergileri bizi göklere çıkarıyorlardı, bunu da hak etmemiştik.’ –A. Ağaoğlu.
Hak getire
‘yoktur, bulunmaz, ne arar’ anlamında kullanılan bir söz.
hâk ile yeksan etmek (olmak)
1) yapı, şehir vb. için temelinden yıkıp harap etmek, bütünüyle ortadan kaldırmak veya kalkmak; 2) yapı, şehir vb. için temelinden yıkıp harap olmak, bütünüyle ortadan kaldırmak veya kalkmak.
hak kazanmak
emeğin karşılığını alabilecek duruma gelmek: ‘Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmaya hak kazanamamıştır.’ –A. H. Müftüoğlu.
hakaret görmek
ağır veya küçültücü davranış görmek, aşağılanmak: ‘Hakkı da var, tecavüze uğramayan, hakaret görmeyen kalmıyor.’ –A. Gündüz.
hakaret saymak
bir sözü veya davranışı hakaret olarak kabul etmek.
hakikatsiz çıkmak
yakınlığı ve bağlılığı sürekli olmamak: Dost bildiğim insan hakikatsiz çıktı.
hakir görmek
önemsememek, değer vermemek, küçümsemek, küçük görmek, hor görmek.
Hakk’ın rahmetine kavuşmak (Hakk’a kavuşmak, Hakk’a yürümek)
ölmek: ‘Hüsmen Hakk’a kavuştu diye mırıldandı.’ –R. H. Karay.
hakkı geçmek
1) birinin payından başkası almış olmak; 2) birinde veya bir şeyde emeği olmak: ‘Hemen hanım teyzemin elini öpmeye gideyim, dedim. Az hakkı mı geçmiştir bana?’ –H. R. Gürpınar.
hakkı ödenmemek
birinin iyiliklerine, emeklerine karşılık olarak ne yapılsa az olmak.
hakkı olmak
1) payı, alacağı, hissesi olmak; 2) sözünde, düşüncesinde, iddiasında haklı olmak.
