Deyimler ve Deyimlerin Anlamları

11209 Sonuç bulundu.

gurbet çekmek

doğup yaşadığı yerleri özlemek.

gurbete (gurbet ele) düşmek

aile ocağından uzak bir yere gitmek.

gurbete çıkmak

doğup yaşanılan yerden uzaklaşmak.

güreş etmek (tutmak)

güreşmek: ‘Daha bir hafta evvel koruda güreş ederek onu yere yıkmıştı.’ –P. Safa.

gurk etmek

tavuk kuluçkaya yatmak isterken veya yavrularını çağırırken ‘gurk gurk’ diye ses çıkarmak.

gurk olmak

kuluçkaya yatmaya hazırlanmak.

gurka yatmak

tavuk civciv çıkarmak için yumurta üzerine oturmak.

gürleyip gitmek

beklenmedik bir zamanda ansızın ölmek: ‘Huri’nin anası, doğurduktan sonra bir tifo hastalığında gürleyip gitmişti.’ –N. Nâzım.

gürültü bastırmak

gürültüden daha güçlü ses çıkarıp onu etkisizleştirmek: ‘Barın bütün gürültüsünü bastıran kahkahaları bundan sonra başladı.’ –N. Cumalı.

gürültü çıkarmak (etmek, koparmak, yapmak)

1) düzensiz ve rahatsız edici sesler çıkarmak: ‘Karanlıkta bana çarpıp da gürültü yapmamaya dikkat ederek kapıyı açtım.’ –H. C. Yalçın. 2) kavga, karışıklık, tartışma çıkarmak.

gürültü çıkmak

kavga, tartışma, karışıklık olmak: ‘Bir gürültü çıkarmadan buradan gidiniz…’ –H. R. Gürpınar.

gürültüye gelmek

bir iş, bir düşünce vb. telaş ve karışıklığa rastlayarak ilgi çekmemek, üzerinde durulmamak.

gürültüye getirmek (boğmak)

1) bir işi, bir düşünceyi telaş ve karışıklık yüzünden ilgi çekmez duruma getirmek; 2) söz kalabalığından, karışıklıktan yararlanarak istediğini elde etmek.

gürültüye gitmek

telaş ve karışıklığa rastlayarak değeri anlaşılmayıp unutulmak.

gürültüye pabuç bırakmamak

tkz. patırtıya pabuç bırakmamak.

gurup etmek

güneş, batmak: ‘Güneş kuru bir kütük ateşi gibi kımıldayan al alevler arasında gurup ediyordu.’ –A. H. Müftüoğlu.

gurur duymak

gururlanmak: ‘Bu acıya kendi sebebiyet verdiğini hissetmekten gurur duyuyordu.’ –H. E. Adıvar.

gurura kapılmak

büyüklenmek, gururlanmak: ‘Sataşmalarını artırıyor ve yersiz bir gurura kapılıyordu.’ –K. Korcan.

gururuna ağır gelmek

kişiliğine zor gelmek, büyüklüğünün zedelendiğini düşünmek.

gururuna dokunmak

kişiliği zedelenmek, onuru kırılmak.

gururunu ayakaltına almak

her türlü fedakârlığı göze alıp ödün vermek, ilkelerden vazgeçmek.

gururunu okşamak

yüzüne karşı değerlerini belirterek bir kimseyi duygulandırmak: ‘Genç, güzel bir kızın kendisinden hoşlandığını görmek, gururunu okşuyor.’ –N. Cumalı.

güven duymak (beslemek)

güvenmek, inanmak.

güven kazanmak

kendisine inandırmak.

güven vermek

güven duygusu uyandırmak, itimat telkin etmek.

güvence altına almak

koruma sorumluluğunu üstlenmek.

güvence vermek

1) bir anlaşmada taraflardan biriyle ilgili olarak sorumluluğu yüklenmek, inanca vermek, teminat vermek, garanti vermek; 2) bir sorumluluk karşılığı olarak para vb. ortaya koymak, inanca vermek, teminat vermek, garanti vermek.

güvenceye bağlamak

güvence altına almak.

güvendiği dağlara kar yağmak (güvendiği dal elinde kalmak)

yardım ve yarar beklediği kimse, yer veya şeyden iyilik gelmemek.

güveni sarsılmak

güveni kalmamak.

güvenmelik vermek

bir kimseye pazarlığında anlaşılmış bir paranın küçük bir bölümünü önceden vermek, kapora vermek.

güvenoyu almak

hükûmetin tutumu milletvekilleri tarafından onaylanmak.

güvenoyu vermek

hükûmetin tutumu ile ilgili olarak milletvekilleri tarafından olumlu oy kullanılmak.

güvensizlik duymak

güvenmemek: ‘Dikkatle dinlemiyordu bu haberleri. Aksine gittikçe artan bir güvensizlik duyuyordu söylenen sözlere.’ –N. Cumalı.

güveyi girmek

1) erkek, evlenmek: ‘Kostüm yeni, potinler yeni, gömlek yeni. Güveyi mi giriyorsun çapkın?’ –P. Safa. 2) iç güveyisi girmek.

ha babam (ha)

1) karşısındakinin çabasını artırmak için kullanılan bir söz; 2) sürekli olarak, durmadan. ‘Yirmi iki delikanlı kan ter içinde ha babam ha koşuyorlar.’ –N. Hikmet.

ha babam de babam

durmaksızın, sürekli.

ha bire

durmadan, ara vermeden, arka arkaya, sürekli olarak: ‘Etrafında, bir kolayını bulup dışarıya sızanlardan birkaç kişi ha bire ellerinden öpüyor.’ –N. F. Kısakürek.

ha bugün ha yarın

neredeyse, kısa bir süre içinde: Ha bugün ha yarın gelecek diye bekliyorlar.

ha deyince

istenilen anda.

ha gayret

kuvvet vermek, cesaretlendirmek, yardım etmek için söylenen bir söz.

ha Hoca Ali ha Ali Hoca

değişik gibi gösterilen iki şeyin, gerçekte aynı olduğunu anlatan bir söz.

ha şöyle

yapılan bir işin beğenildiğini anlatan bir söz.

ha şunu bileydin

tkz. ‘bunu çoktan anlaman, bilmen gerekirdi’ anlamında kullanılan bir söz.

habbesi kalmadı (yok)

‘kalmadı, bitti, tükendi’ anlamında kullanılan bir söz.

habbeyi kubbe yapmak

önemsiz bir şeyi abartmak: ‘Arkadaşım İrfan’ın habbeyi nasıl kubbe yaptığını çok iyi bilirim.’ –O. C. Kaygılı.

haber almak

kendisine bildirilmek, öğrenmek, bilgi edinmek: ‘Sizden haber almayalı bir seneden fazla oldu.’ –P. Safa.

haber atlamak

gazetecilikte bir haberi vaktinde yayımlayamamak.

haber çıkmamak

biri veya bir şey için beklenen bilgi gelmemek.

haber geçmek

teleks, telefon vb. ile bilgi iletmek.

haber göndermek

herhangi bir araçla bildirmek: ‘Kayıkları olmayanlar mahalledeki en alışık oldukları kira sandallarına haber gönderirler.’ –A. Ş. Hisar.

haber patlatmak

çok önemli bir haberi ilk kez açıklamak: ‘Bu haberi patlatacak olan gazete en az bir hafta gündemi belirlemiş olacak.’ –A. Ümit.

haber salmak (yollamak)

haber göndermek: ‘Ben bu sevdadan vazgeçmez iken / Gizli gizli haber salıp durmasın’ –Halk türküsü.

haber uçurmak

gizlice haber göndermek.

haber vermek

1) bildirmek, haber ulaştırmak: ‘O evlerin ısıtılacağını, akşama sıcak yemek yapılacağını, evlerin ıssız olmadığını haber verirdi.’ –A. Kutlu. 2) bir durumun, bir olayın belirtisi olmak: ‘Günlerden beri artan iştahsızlık ve derin yorgunluk fena günlerin yaklaştığını haber vermiş olabilirdi.’ –P. Safa.

haberden haber vermek

tkz. bir kimse veya bir konuda bilgi istemek.

haberi olmak

bilgisi olmak, bilmek: ‘Annesinin bir şeyden haberi olmadığı için hemen söze karıştı.’ –A. Gündüz.

haberin olsun!

birine herhangi bir konuda uyarıda bulunmak için söylenen bir söz.

haberli olmak

öğrenmiş olmak, haber almış bulunmak: ‘En yeni teknolojik bilgilerden haberli oluyorlar.’ –T. Uyar.

haç çıkarmak

Hristiyanlar, sağ ellerini alın, karın, iki omuz başı ve göğüs hizasına götürerek haç biçiminde tapınma işaretini yapmak, istavroz çıkarmak: ‘Beraber eski kilise harabesine girdiler, kadın burada haç çıkardı.’ –R. H. Karay.

hacamat etmek

1) hacamat yoluyla kan almak; 2) argo hafifçe yaralamak.

hacet dilemek

istekte bulunmak: Artık ne hacet dilese, ne murat etse oluyor.

hacet görmek

1) gerekli bulmak, gerekli saymak: ‘Kendi kuvvetlerini ve yiğitliklerini söylemeye, vaka ile tespit etmeye hacet görmüyorlar.’ –H. E. Adıvar. 2) tuvalete gitmek; 3) alışveriş yapmak.

hacet kalmamak

gereği olmamak: ‘Lakin zora hacet kalmadı.’ –R. H. Karay.

hacet yok

‘gerekliği yok, gerekli değil, istemez’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Hiç üzülmeyin, yemin etmenize de hiç hacet yok.’ –A. Ş. Hisar.

hacetini yapmak (görmek)

küçük veya büyük abdestini yapmak.

hacir altına almak

1) kısıtlamak: ‘Mümkün olduğu kadar uzun zaman devam etmesi için onu âdeta hacir altına almıştık.’ –R. N. Güntekin. 2) huk. hastalık, bunama vb. sebeplerden dolayı davranışlarının nasıl sonuç vereceğini bilemeyen bir kişiyi mahkeme aracılığıyla mal ve mülk yönetimi bakımından kısıtlamak; 3) huk. Medeni Kanun’a göre çeşitli haklarını kullanmaya yetkili olan kişinin bu haklarını mahkeme kararı ile elinden almak, haklarını kullanma bakımından kısıtlamak.

hacıağalık etmek

gereksiz yere, gösteriş için bol para harcamak.

haddeden geçirmek

1) madenleri tel durumuna getirmek için haddeyi kullanmak; 2) mec. en küçük ayrıntısına kadar incelemek, dikkatle araştırmak.

haddi hesabı yok

sayılamayacak kadar çok, sınırsız, ölçüsüz: ‘Çocuklara yemiş getirenin haddi hesabı yok.’ –H. R. Gürpınar.

haddi mi (haddine mi düşmüş)

‘onun bunu yapmaya yetkisi veya yeteneği yoktur’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Haddine mi düşmüş senin, saçımın teline bile ulaşamazsın.’ –R. H. Karay.

haddikifayeyi bulmak

yeterince olmak.

haddini aşmak

ölçüyü kaçırmak, aşırı gitmek: ‘Elverir ki insanı insan eden bu kuvvet, haddini aşmasın ve delilik çapına varmasın.’ –N. F. Kısakürek.

haddini bilmek

kendi değer ve yeteneğini olduğundan üstün görmemek: ‘Kişi haddini bilmeli de kendine yakışacak sevdalara düşmeli.’ –N. Ataç.

hadi canım sen de

haydi canım sen de.

hadi oradan

haydi oradan.

hadise çıkarmak

olay çıkarmak: ‘Gürültü etmeden, iz bırakmadan, hadise çıkarmadan çalışıyorlar, arılar gibi.’ –E. M. Karakurt.

hadım etmek

1) kısırlaştırmak; 2) mec. köreltmek, önemini azaltmak: ‘Bugün Batı dünyasında sanatı, tüketim toplumu modelinin yararına olmak üzere hadım etme çabalarına rastlanmakta.’ –A. Cemal.

hafakanlar basmak (boğmak)

sıkıntıdan bunalmak.

hafif atlatmak

kötü bir durumdan çok az bir zararla kurtulmak.

hafif gelmek

1) ağırlığı fazla olmamak: ‘Çok hafif geldiği için düvene ağır bir taş oturtmuşlardı.’ –R. Enis. 2) mec. önemsiz görmek, değer verilmemek.

hafife almak

küçümsemek, önemsememek.

hafiflik etmek

yakışıksız bir davranışta bulunmak veya söz söylemek.

hafiften almak

önemsiz bulup üzerine düşmemek, yeterince ilgilenmemek.

hafızayı yoklamak

hatırlamaya çalışmak: ‘Hafızamı yokluyorum, bu imza ile karşılaştığım gün, yirmi yılın gerisinde.’ –Y. Z. Ortaç.

hafta sekiz, gün dokuz

‘tedirgin edercesine sık sık’ anlamında kullanılan bir söz: O, hafta sekiz, gün dokuz bizdedir!

hah şöyle

ha şöyle: Hah şöyle, biraz kendini göster!

hak (hakkını) yemek

başkalarının hakkını vermemek: ‘Hem benden haber bekleyen okuyucularımın hakkını yiyor, öteki genç okuyucularımın kalbini kırıyorum.’ –O. V. Kanık.

hak etmek

1) bir emek karşılığı hakkı olan şeyi elde etmek, hak kazanmak: ‘Mutlu, başarılı, kendine güvenmeyi hak etmiş birisi.’ –T. Buğra. 2) layık olduğu kötü karşılığı almak; 3) bir başarı dolayısıyla ödüllendirilmek: ‘Kadın dergileri bizi göklere çıkarıyorlardı, bunu da hak etmemiştik.’ –A. Ağaoğlu.

Hak getire

‘yoktur, bulunmaz, ne arar’ anlamında kullanılan bir söz.

hâk ile yeksan etmek (olmak)

1) yapı, şehir vb. için temelinden yıkıp harap etmek, bütünüyle ortadan kaldırmak veya kalkmak; 2) yapı, şehir vb. için temelinden yıkıp harap olmak, bütünüyle ortadan kaldırmak veya kalkmak.

hak kazanmak

emeğin karşılığını alabilecek duruma gelmek: ‘Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmaya hak kazanamamıştır.’ –A. H. Müftüoğlu.

hakaret görmek

ağır veya küçültücü davranış görmek, aşağılanmak: ‘Hakkı da var, tecavüze uğramayan, hakaret görmeyen kalmıyor.’ –A. Gündüz.

hakaret saymak

bir sözü veya davranışı hakaret olarak kabul etmek.

hakikatsiz çıkmak

yakınlığı ve bağlılığı sürekli olmamak: Dost bildiğim insan hakikatsiz çıktı.

hakir görmek

önemsememek, değer vermemek, küçümsemek, küçük görmek, hor görmek.

Hakk’ın rahmetine kavuşmak (Hakk’a kavuşmak, Hakk’a yürümek)

ölmek: ‘Hüsmen Hakk’a kavuştu diye mırıldandı.’ –R. H. Karay.

hakkı geçmek

1) birinin payından başkası almış olmak; 2) birinde veya bir şeyde emeği olmak: ‘Hemen hanım teyzemin elini öpmeye gideyim, dedim. Az hakkı mı geçmiştir bana?’ –H. R. Gürpınar.

hakkı ödenmemek

birinin iyiliklerine, emeklerine karşılık olarak ne yapılsa az olmak.

hakkı olmak

1) payı, alacağı, hissesi olmak; 2) sözünde, düşüncesinde, iddiasında haklı olmak.

Sayfa 51 / 113

 

 

Filtreleme Seçenekleri
Field not found.
Ana Menü