Deyimler ve Deyimlerin Anlamları

11209 Sonuç bulundu.

gözünü toprak doyursun

kendinden olan veya kendisine verilen şey ne kadar çok olursa olsun, bununla yetinmeyenler için söylenen bir ilenme sözü.

gözünü üstünden ayırmamak

sürekli denetim altında bulundurmak: ‘Buna rağmen, bir şey yakalamak ümidiyle gözünü üstünden ayırmadığını hissediyordu.’ –R. N. Güntekin.

gözünü yıldırmak

gözünü korkutmak: ‘Hem de oraya kadar sürüklenmek, hanlarda birçok para harcamak, günlerce işten güçten kalmak köylülerin gözünü yıldırır.’ –N. Nâzım.

gözünü yummak

1) gözünü kapamak; 2) mec. ölmek: ‘Atatürk, o zaman için çaresiz bir hastalıktan gözünü yumduğu sırada altmışına basmamıştı.’ –B. Felek.

gözünün bebeği gibi sevmek

çok sevmek.

gözünün çapağını silmeden

sabahleyin uyanır uyanmaz.

gözünün içine baka baka

cesaret ve soğukkanlılıkla.

gözünün önünden geçmek

hatırlamak: ‘Selma Hanım’ın salonlarında gördüğü tipler birer birer gözünün önünden geçti.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.

gözünün önünden gitmemek

bir türlü unutamamak.

gözünün önüne gelmek

bir şeyi zihinde canlandırmak, tasarlamak, hatırlamak: ‘Doğduğum köydeki çocukluğum, İstanbul’a gelişimiz, mektep, Avrupa. Hep gözümün önüne geldi.’ –Ö. Seyfettin.

gözünün önüne gelmek

hatırlamak: ‘Mine’nin parçalanmış bedeni gözlerimin önüne geliyor.’ –A. Ümit.

gözünün önünü görmemek

sisten, pustan dolayı etrafını görememek.

gözüyle (gözleriyle) tartmak

kim ve ne olduğunu anlamak için dikkatle bakmak: ‘Beni gözleriyle tartarak önümden geçti, sonra geri döndü geldi, oturmakta olduğun tahta sıranın ucuna ilişti.’ –O. Kemal.

gözüyle görmek

bir olaya tanık olmak.

gözyaşına boğulmak

çok ağlamak.

gradosu düşmek

argo itibarı azalmak, derecesi düşmek: ‘Kızda insanlığın ve her türlü kabiliyetlerinin gradosu seneden seneye düşerken, böyle sevginin aslındaki temizlikle devam etmesine imkân yoktu.’ –R. N. Güntekin.

granit gibi

güçlü, dayanıklı, sert.

güç gelmek

bir şeyin yapılmasında zorluk ve sıkıntı ile karşılaşmak.

güç mevkide kalmak

içinden çıkılması zor bir durumda bulunmak: ‘Hemen kararını vermekten âciz olan Hasan ne kadar güç bir mevkide kalmıştı?’ –O. C. Kaygılı.

güce sarmak

bir iş güç bir duruma gelmek, güçleşmek.

güçlüğü (güçlükleri) yenmek

bir güçlüğü, zorluğu ortadan kaldırmak.

güçlük çekmek

1) maddi açıdan sıkıntı içinde olmak; 2) mec. zorlanmak: ‘Cellat bana bu aynanın evveliyatını anlattığında ona inanmakta güçlük çektim.’ –İ. O. Anar.

güçlük çıkarmak

bir şeyin gerçekleşmesini engelleyici sebepler ileri sürmek: ‘Ancak çoğu sansür görevlisi de rüşvet alabilmek için güçlük çıkarıyordu.’ –M. And.

güçsüz düşmek

gücü yetmemek: ‘Silahlarından birini elinden bırakmış, güçsüz düşmüştür.’ –N. Cumalı.

gücü gücü yetene

haklılığa değil kaba kuvvete veya güce dayanılarak.

gücü kesilmek

kuvveti, takati azalmak: ‘Yavaş yavaş gücüm kesiliyor, işte o zaman ağlamaya başlıyorum.’ –N. Eray.

gücü yetmek

eldeki imkânlarla ancak altından kalkabilmek, üstesinden gelebilmek: ‘Zaman zaman, şiirin ne olduğunu elimin erdiği, gücümün yettiği kadar anlatmaya çalıştım.’ –O. V. Kanık.

gücüne koşmak

bir sorunun kolay çözümü varken onu güçleştirmek.

güdük kalmak

1) büyüyememek, küçük, bodur kalmak; 2) mec. bitmemiş, sonuç vermemiş durumda olmak.

gül gibi

çok iyi, çok güzel: ‘Herkes evinin önünü temizlesin, şehir gül gibi olur.’ –T. Buğra.

gül gibi bakmak

1) geçimini para sıkıntısı olmadan sağlamak; 2) iyi, temiz bakmak: Çocuğuna gül gibi bakıyor.

gül gibi geçinmek (yaşamak)

1) çok iyi anlaşmak, geçinmek; 2) pek geniş olmayan bir imkânla rahat, sıkıntısız yaşamak: ‘Allah bereket versin, gül gibi geçiniyorum.’ –R. N. Güntekin.

gül üstüne gül koklamamak

bir sevgili üstüne bir ikincisini sevmemek.

güler misin, ağlar mısın!

hem gülünecek hem üzülecek nitelikteki şaşırtıcı olaylar karşısında söylenen bir söz.

gülerken ısırmak

iyilik yapar görünüp kötülük yapmak.

gülle gibi

1) çok ağır; 2) hâlsiz, yorgun argın: ‘Ayakkabılarını giymeden gülle gibi çocukların yanına düştü.’ –O. C. Kaygılı.

gülleri yarılmak

çok keyiflenmek: ‘Kahpe karının neredeyse gülleri yarılacaktı.’ –O. Kemal.

gülmekten kırılmak (katılmak, yarılmak)

aşırı derecede gülmek: ‘Ahali gülmekten kırılıyordu.’ –R. N. Güntekin.

gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz

birinin uygunsuz özellikleri sayılırken bunların öteden beri bilindiğini anlatmak için söylenen bir söz.

gülüp geçmek

umursamamak, aldırış etmemek, üzerinde durmamak: ‘Bizi şimdi böyle görse yine sadece gülüp geçer miydi?’ –O. C. Kaygılı.

gülüp oynamak (söylemek)

neşeli, sevinçli, keyifli, güzel vakit geçirmek.

güm güm atmak

kalp heyecanla çarpmak: ‘Göğsünün nasıl güm güm attığını fark eder, ne olur diye meraka düşmekten kendini alamazdı.’ –N. Cumalı.

güm güm etmek

derinden yankılı ses olmak, ses çıkmak.

güme gitmek

tkz. 1) anlaşılmamak: ‘Ama sözleri motor gürültüsünün içinde güme gitti.’ –H. Taner. 2) boşu boşuna ölmek, hiç uğruna ölmek: ‘Baktım ki güme gideceğim, yavaşça kayığın baş yanına gittim ve kendimi denize salıverdim.’ –Halikarnas Balıkçısı. 3) değeri anlaşılmadan yitip gitmek: ‘Gelgelelim çağın sansürü, dine karşı çıkıyorsa Yunus’un nice imanlı şiiri güme gidecekti, demektir.’ –T. Halman.

güme götürmek

anlaşılmasını engellemek: ‘Demagog, kelime oyunu içinde hakikati güme götüren bir hokkabazdır.’ –N. F. Kısakürek.

gümleyip gitmek

argo beklenmedik bir zamanda ansızın ölmek: ‘Bütün incelikleri titizlikle gözeten bir kadın olduğu için kırk altı yaşında gümledi gitti annem.’ –T. Uyar.

gümrük koymak

engel olmak, kısıtlamak: ‘Yalnız hareketlerime değil, sözlerime de gümrük koyacak.’ –R. N. Güntekin.

gümrükten mal kaçırır gibi

yangından mal kaçırır gibi.

gün ağarmak

tan yeri aydınlanmak: ‘Kalın perdenin ardında gün ağarmıştı.’ –Y. Atılgan.

gün almak

1) bir iş görmek için ilgili kişiden bir gün ayırmasını istemek, randevu almak: Doktordan gün almam gerekir. 2) belirli bir yaşı bitirdikten sonra girdiği yaştan süre almak: Beş yaşından iki gün aldı.

gün atmak

hlk. 1) davayı ileri bir tarihe bırakmak; 2) güneş doğmak: ‘Süleyman kâhya gün atıncaya kadar çadırların arasında dolaştı.’ –Y. Kemal.

gün batmak

güneş batmak.

gün doğmak

sabah olmak.

gün eylemek

gün geçirmek: ‘Çıksam yüksek bellere gün eylesem / Acep nazlı yâr duyar mı ola?’ –Halk türküsü.

gün geçirmek (öldürmek)

boş şeylerle vakit geçirmek.

gün gibi açık

çok açık, çok belli.

gün görmemek

sıkıntı içinde yaşamak: ‘Üçü de kocadan gün görmemişler, üçü de mazlum ve boynu bükük kadın…’ –A. Erhat.

gün kavuşmak

güneş batmak, akşam olmak: ‘Gün kavuşurken Handune’nin de hareket derecesi artmış.’ –E. E. Talu.

gün koymak

yapılacak bir iş için gün belirlemek.

gün saymak

herhangi bir iş veya olayın belirlenmiş süresinin sonunu heyecanla beklemek.

gün yemek

hapis cezası almak: ‘Arkadaşım altı ay gün yedi.’ –A. Gündüz.

gün yüzü görmemek

1) güneş ışığından uzakta kalmak, ışık görmemek; 2) mec. hiç kullanılmamak, yeni kalmak.

gün yüzü görmemiş (söz, küfür)

1) hiç kullanılmamış; 2) ortalığa çıkmamış; 3) çok ağır hakaret içeren.

günah çıkarmak

1) Hristiyanlar, Tanrı’nın bağışlaması için papaza gidip işlediği günahları anlatmak; 2) mec. kötü davranışlarını, suçlarını açıklamak, anlatmak: ‘Sözlerinin ardında sitem vardı ama daha çok günah çıkarıyordu.’ –A. Kutlu.

günah işlemek

günah sayılan davranışta bulunmak: ‘Bedia’yı terk edersem büyük bir günah işlemiş olacağım.’ –P. Safa.

günah olmak

yazık olmak: Bu mala bu kadar para vermek günah olur.

günaha girmek

dinî bakımdan suç sayılan bir iş yapmak: ‘Ben bunu kitaplıkta saklayarak günaha giriyorum.’ –S. Birsel.

günaha sokmak

günah işlemesine yol açmak.

günahı (günahı vebali) boynuna

‘ben karışmam, sorumluluk sana veya ona düşer’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Günahı boynuna, doping de yapıyormuş.’ –H. Taner.

günahı kadar sevmemek

sevmemek, nefret etmek: ‘Kışın çok karlı, tipili günlerinden başka günlerini günahı kadar sevmezdi.’ –O. C. Kaygılı.

günahını vermez

çok cimri.

güncelliğini korumak

önemini sürdürmek, yitirmemek: ‘Bu sorun hâlâ bütün güncelliğini korumaktadır.’ –S. İleri.

güncelliğini yitirmek

süre aşımına uğrayarak önem ve değerini yitirmek: ‘Güncelliklerini yitirdikçe ölen o yazılar gibi şiirler de ölür.’ –N. Cumalı.

gündeliğe gitmek

günlük işler yaparak gelir sağlamak: ‘Kör Mustafa bahçelerde çalışır, gündeliğe gider, sarnıç sıvar, dam aktarır, kuyu kazar.’ –S. F. Abasıyanık.

gündeme almak

bir kurul toplantısında görüşülecek konuları bir listeyle belirlemek.

gündeme getirmek

1) bir toplantıda bir konuyu tartışmak, görüşmek için önermek; 2) mec. bir konuya güncellik kazandırmak.

gündüz külahlı, gece silahlı

gerçekte iyi olmadığı hâlde iyi gibi görünen kimseler için kullanılan bir söz.

güneş açmak

güneş bulutlardan sıyrılıp görünmek: ‘Batum’da yağmur kırk gün kırk gece yağsa da güneş bir açtı mı, çakıl taşı döşeli sokaklar saniyesinde kuruyuverir.’ –N. Hikmet.

güneş batmak

gün sonunda, güneş ufukta kaybolmak: ‘Akşam iyice yaklaşmış, güneş batmaya yüz tutmuştu.’ –O. C. Kaygılı.

güneş çarpmak

sıcak havada güneş altında çok kalmaktan hasta olmak.

güneş çavmak

hlk. güneş yayılmak, güneş doğmak.

güneş doğmak

sabahleyin güneş ufuktan yükselmek.

güneş görmek

güneş ışığından yararlanır durumda olmak: ‘Balık beslenen havuz mutlaka güneş görmelidir.’ –İ. H. Baltacıoğlu.

güneşe karşı işemek

kaba saygı gösterilmesi gereken şeylere saygısızlık göstermek.

güneşi üzerine doğdurmamak

güneş doğmadan önce yataktan kalkmak: ‘Ömrübillah güneşi üzerine doğdurmamış olmakla övünüyor.’ –H. Taner.

güneşin alnında (altında)

güneşin yakıcı ışınları altında.

günlerden bir gün

herhangi bir gün, önceden belli olmayan bir gün, vaktiyle: ‘Günlerden bir gün bu güzel gemilere binme nasip oldu.’ –B. R. Eyuboğlu.

günleri gece olmak

çok kederlenecek bir durum içinde bulunmak.

günleri sayılı olmak

1) ölümü yakın olmak; 2) bir yerde kalmak için ancak birkaç günü bulunmak.

günlük güneşlik görünmek

sıkıntısız, sorunsuz, huzur ortamında bulunmak.

günlük tutmak

her gün yaşananları, olayları ve anıları bir deftere yazmak: ‘Şimdiye kadar günlük tutmadım, olanı biteni kaydetmediğim için birçok şeyi unuttum.’ –İ. Aral.

günü dolmak

1) önceden belirlenmiş bir süreyi tamamlamak; 2) ömrünü tamamlamak, eceli gelmek: ‘Benim tavukların günü daha dolmamışsa suçlu olan ben miyim?’ –Z. Selimoğlu. 3) hamilelikte çocuğun olması gereken süreyi tamamlamak, doldurmak.

günü gününe uymaz

her zaman aynı durumda bulunmaz, kararsız.

günü kurtarmak

günün ağır koşullarını ve engellerini bir biçimde atlatmak: ‘Gelecek insanın mutluluğu için günümüzü kurtarmak hangi babayiğidin harcıdır?’ –M. C. Anday.

günü yetmek

1) ölüm zamanı gelmek; 2) gebe için doğum vakti gelmek.

gününü (günlerini) saymak (beklemek)

kurtulamayacak hasta son günlerini yaşamak.

gününü doldurmak

bir işin sona ermesi için gereken süreyi tamamlamak: ‘Hele günümü doldurup çıkayım, ben ona gösteririm. Onu gebertmezsem anam avradım olsun, derdi.’ –Halikarnas Balıkçısı.

gününü görmek

1) kötü bir sonla karşılaşmak, cezaya çarptırılmak; 2) çocuklarının iyi, mutlu günlerini görmek; 3) aybaşı görmek.

gününü göstermek

tehdit yollu cezalandırmak.

gününü gün etmek

hiçbir şeyi dert edinmeyip gününü hoş geçirmek: ‘Sevmek, sevilmek, eğlenip yan gelmek, çubuğunu yakıp gününü gün etmek mi?’ –H. Taner.

Sayfa 50 / 113

 

 

Filtreleme Seçenekleri
Field not found.
Ana Menü