gözünü toprak doyursun
kendinden olan veya kendisine verilen şey ne kadar çok olursa olsun, bununla yetinmeyenler için söylenen bir ilenme sözü.
gözünü üstünden ayırmamak
sürekli denetim altında bulundurmak: ‘Buna rağmen, bir şey yakalamak ümidiyle gözünü üstünden ayırmadığını hissediyordu.’ –R. N. Güntekin.
gözünü yıldırmak
gözünü korkutmak: ‘Hem de oraya kadar sürüklenmek, hanlarda birçok para harcamak, günlerce işten güçten kalmak köylülerin gözünü yıldırır.’ –N. Nâzım.
gözünü yummak
1) gözünü kapamak; 2) mec. ölmek: ‘Atatürk, o zaman için çaresiz bir hastalıktan gözünü yumduğu sırada altmışına basmamıştı.’ –B. Felek.
gözünün bebeği gibi sevmek
çok sevmek.
gözünün çapağını silmeden
sabahleyin uyanır uyanmaz.
gözünün içine baka baka
cesaret ve soğukkanlılıkla.
gözünün önünden geçmek
hatırlamak: ‘Selma Hanım’ın salonlarında gördüğü tipler birer birer gözünün önünden geçti.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
gözünün önünden gitmemek
bir türlü unutamamak.
gözünün önüne gelmek
bir şeyi zihinde canlandırmak, tasarlamak, hatırlamak: ‘Doğduğum köydeki çocukluğum, İstanbul’a gelişimiz, mektep, Avrupa. Hep gözümün önüne geldi.’ –Ö. Seyfettin.
gözünün önüne gelmek
hatırlamak: ‘Mine’nin parçalanmış bedeni gözlerimin önüne geliyor.’ –A. Ümit.
gözünün önünü görmemek
sisten, pustan dolayı etrafını görememek.
gözüyle (gözleriyle) tartmak
kim ve ne olduğunu anlamak için dikkatle bakmak: ‘Beni gözleriyle tartarak önümden geçti, sonra geri döndü geldi, oturmakta olduğun tahta sıranın ucuna ilişti.’ –O. Kemal.
gözüyle görmek
bir olaya tanık olmak.
gözyaşına boğulmak
çok ağlamak.
gradosu düşmek
argo itibarı azalmak, derecesi düşmek: ‘Kızda insanlığın ve her türlü kabiliyetlerinin gradosu seneden seneye düşerken, böyle sevginin aslındaki temizlikle devam etmesine imkân yoktu.’ –R. N. Güntekin.
granit gibi
güçlü, dayanıklı, sert.
güç gelmek
bir şeyin yapılmasında zorluk ve sıkıntı ile karşılaşmak.
güç mevkide kalmak
içinden çıkılması zor bir durumda bulunmak: ‘Hemen kararını vermekten âciz olan Hasan ne kadar güç bir mevkide kalmıştı?’ –O. C. Kaygılı.
güce sarmak
bir iş güç bir duruma gelmek, güçleşmek.
güçlüğü (güçlükleri) yenmek
bir güçlüğü, zorluğu ortadan kaldırmak.
güçlük çekmek
1) maddi açıdan sıkıntı içinde olmak; 2) mec. zorlanmak: ‘Cellat bana bu aynanın evveliyatını anlattığında ona inanmakta güçlük çektim.’ –İ. O. Anar.
güçlük çıkarmak
bir şeyin gerçekleşmesini engelleyici sebepler ileri sürmek: ‘Ancak çoğu sansür görevlisi de rüşvet alabilmek için güçlük çıkarıyordu.’ –M. And.
güçsüz düşmek
gücü yetmemek: ‘Silahlarından birini elinden bırakmış, güçsüz düşmüştür.’ –N. Cumalı.
gücü gücü yetene
haklılığa değil kaba kuvvete veya güce dayanılarak.
gücü kesilmek
kuvveti, takati azalmak: ‘Yavaş yavaş gücüm kesiliyor, işte o zaman ağlamaya başlıyorum.’ –N. Eray.
gücü yetmek
eldeki imkânlarla ancak altından kalkabilmek, üstesinden gelebilmek: ‘Zaman zaman, şiirin ne olduğunu elimin erdiği, gücümün yettiği kadar anlatmaya çalıştım.’ –O. V. Kanık.
gücüne koşmak
bir sorunun kolay çözümü varken onu güçleştirmek.
güdük kalmak
1) büyüyememek, küçük, bodur kalmak; 2) mec. bitmemiş, sonuç vermemiş durumda olmak.
gül gibi
çok iyi, çok güzel: ‘Herkes evinin önünü temizlesin, şehir gül gibi olur.’ –T. Buğra.
gül gibi bakmak
1) geçimini para sıkıntısı olmadan sağlamak; 2) iyi, temiz bakmak: Çocuğuna gül gibi bakıyor.
gül gibi geçinmek (yaşamak)
1) çok iyi anlaşmak, geçinmek; 2) pek geniş olmayan bir imkânla rahat, sıkıntısız yaşamak: ‘Allah bereket versin, gül gibi geçiniyorum.’ –R. N. Güntekin.
gül üstüne gül koklamamak
bir sevgili üstüne bir ikincisini sevmemek.
güler misin, ağlar mısın!
hem gülünecek hem üzülecek nitelikteki şaşırtıcı olaylar karşısında söylenen bir söz.
gülerken ısırmak
iyilik yapar görünüp kötülük yapmak.
gülle gibi
1) çok ağır; 2) hâlsiz, yorgun argın: ‘Ayakkabılarını giymeden gülle gibi çocukların yanına düştü.’ –O. C. Kaygılı.
gülleri yarılmak
çok keyiflenmek: ‘Kahpe karının neredeyse gülleri yarılacaktı.’ –O. Kemal.
gülmekten kırılmak (katılmak, yarılmak)
aşırı derecede gülmek: ‘Ahali gülmekten kırılıyordu.’ –R. N. Güntekin.
gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz
birinin uygunsuz özellikleri sayılırken bunların öteden beri bilindiğini anlatmak için söylenen bir söz.
gülüp geçmek
umursamamak, aldırış etmemek, üzerinde durmamak: ‘Bizi şimdi böyle görse yine sadece gülüp geçer miydi?’ –O. C. Kaygılı.
gülüp oynamak (söylemek)
neşeli, sevinçli, keyifli, güzel vakit geçirmek.
güm güm atmak
kalp heyecanla çarpmak: ‘Göğsünün nasıl güm güm attığını fark eder, ne olur diye meraka düşmekten kendini alamazdı.’ –N. Cumalı.
güm güm etmek
derinden yankılı ses olmak, ses çıkmak.
güme gitmek
tkz. 1) anlaşılmamak: ‘Ama sözleri motor gürültüsünün içinde güme gitti.’ –H. Taner. 2) boşu boşuna ölmek, hiç uğruna ölmek: ‘Baktım ki güme gideceğim, yavaşça kayığın baş yanına gittim ve kendimi denize salıverdim.’ –Halikarnas Balıkçısı. 3) değeri anlaşılmadan yitip gitmek: ‘Gelgelelim çağın sansürü, dine karşı çıkıyorsa Yunus’un nice imanlı şiiri güme gidecekti, demektir.’ –T. Halman.
güme götürmek
anlaşılmasını engellemek: ‘Demagog, kelime oyunu içinde hakikati güme götüren bir hokkabazdır.’ –N. F. Kısakürek.
gümleyip gitmek
argo beklenmedik bir zamanda ansızın ölmek: ‘Bütün incelikleri titizlikle gözeten bir kadın olduğu için kırk altı yaşında gümledi gitti annem.’ –T. Uyar.
gümrük koymak
engel olmak, kısıtlamak: ‘Yalnız hareketlerime değil, sözlerime de gümrük koyacak.’ –R. N. Güntekin.
gümrükten mal kaçırır gibi
yangından mal kaçırır gibi.
gün ağarmak
tan yeri aydınlanmak: ‘Kalın perdenin ardında gün ağarmıştı.’ –Y. Atılgan.
gün almak
1) bir iş görmek için ilgili kişiden bir gün ayırmasını istemek, randevu almak: Doktordan gün almam gerekir. 2) belirli bir yaşı bitirdikten sonra girdiği yaştan süre almak: Beş yaşından iki gün aldı.
gün atmak
hlk. 1) davayı ileri bir tarihe bırakmak; 2) güneş doğmak: ‘Süleyman kâhya gün atıncaya kadar çadırların arasında dolaştı.’ –Y. Kemal.
gün batmak
güneş batmak.
gün doğmak
sabah olmak.
gün eylemek
gün geçirmek: ‘Çıksam yüksek bellere gün eylesem / Acep nazlı yâr duyar mı ola?’ –Halk türküsü.
gün geçirmek (öldürmek)
boş şeylerle vakit geçirmek.
gün gibi açık
çok açık, çok belli.
gün görmemek
sıkıntı içinde yaşamak: ‘Üçü de kocadan gün görmemişler, üçü de mazlum ve boynu bükük kadın…’ –A. Erhat.
gün kavuşmak
güneş batmak, akşam olmak: ‘Gün kavuşurken Handune’nin de hareket derecesi artmış.’ –E. E. Talu.
gün koymak
yapılacak bir iş için gün belirlemek.
gün saymak
herhangi bir iş veya olayın belirlenmiş süresinin sonunu heyecanla beklemek.
gün yemek
hapis cezası almak: ‘Arkadaşım altı ay gün yedi.’ –A. Gündüz.
gün yüzü görmemek
1) güneş ışığından uzakta kalmak, ışık görmemek; 2) mec. hiç kullanılmamak, yeni kalmak.
gün yüzü görmemiş (söz, küfür)
1) hiç kullanılmamış; 2) ortalığa çıkmamış; 3) çok ağır hakaret içeren.
günah çıkarmak
1) Hristiyanlar, Tanrı’nın bağışlaması için papaza gidip işlediği günahları anlatmak; 2) mec. kötü davranışlarını, suçlarını açıklamak, anlatmak: ‘Sözlerinin ardında sitem vardı ama daha çok günah çıkarıyordu.’ –A. Kutlu.
günah işlemek
günah sayılan davranışta bulunmak: ‘Bedia’yı terk edersem büyük bir günah işlemiş olacağım.’ –P. Safa.
günah olmak
yazık olmak: Bu mala bu kadar para vermek günah olur.
günaha girmek
dinî bakımdan suç sayılan bir iş yapmak: ‘Ben bunu kitaplıkta saklayarak günaha giriyorum.’ –S. Birsel.
günaha sokmak
günah işlemesine yol açmak.
günahı (günahı vebali) boynuna
‘ben karışmam, sorumluluk sana veya ona düşer’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Günahı boynuna, doping de yapıyormuş.’ –H. Taner.
günahı kadar sevmemek
sevmemek, nefret etmek: ‘Kışın çok karlı, tipili günlerinden başka günlerini günahı kadar sevmezdi.’ –O. C. Kaygılı.
günahını vermez
çok cimri.
güncelliğini korumak
önemini sürdürmek, yitirmemek: ‘Bu sorun hâlâ bütün güncelliğini korumaktadır.’ –S. İleri.
güncelliğini yitirmek
süre aşımına uğrayarak önem ve değerini yitirmek: ‘Güncelliklerini yitirdikçe ölen o yazılar gibi şiirler de ölür.’ –N. Cumalı.
gündeliğe gitmek
günlük işler yaparak gelir sağlamak: ‘Kör Mustafa bahçelerde çalışır, gündeliğe gider, sarnıç sıvar, dam aktarır, kuyu kazar.’ –S. F. Abasıyanık.
gündeme almak
bir kurul toplantısında görüşülecek konuları bir listeyle belirlemek.
gündeme getirmek
1) bir toplantıda bir konuyu tartışmak, görüşmek için önermek; 2) mec. bir konuya güncellik kazandırmak.
gündüz külahlı, gece silahlı
gerçekte iyi olmadığı hâlde iyi gibi görünen kimseler için kullanılan bir söz.
güneş açmak
güneş bulutlardan sıyrılıp görünmek: ‘Batum’da yağmur kırk gün kırk gece yağsa da güneş bir açtı mı, çakıl taşı döşeli sokaklar saniyesinde kuruyuverir.’ –N. Hikmet.
güneş batmak
gün sonunda, güneş ufukta kaybolmak: ‘Akşam iyice yaklaşmış, güneş batmaya yüz tutmuştu.’ –O. C. Kaygılı.
güneş çarpmak
sıcak havada güneş altında çok kalmaktan hasta olmak.
güneş çavmak
hlk. güneş yayılmak, güneş doğmak.
güneş doğmak
sabahleyin güneş ufuktan yükselmek.
güneş görmek
güneş ışığından yararlanır durumda olmak: ‘Balık beslenen havuz mutlaka güneş görmelidir.’ –İ. H. Baltacıoğlu.
güneşe karşı işemek
kaba saygı gösterilmesi gereken şeylere saygısızlık göstermek.
güneşi üzerine doğdurmamak
güneş doğmadan önce yataktan kalkmak: ‘Ömrübillah güneşi üzerine doğdurmamış olmakla övünüyor.’ –H. Taner.
güneşin alnında (altında)
güneşin yakıcı ışınları altında.
günlerden bir gün
herhangi bir gün, önceden belli olmayan bir gün, vaktiyle: ‘Günlerden bir gün bu güzel gemilere binme nasip oldu.’ –B. R. Eyuboğlu.
günleri gece olmak
çok kederlenecek bir durum içinde bulunmak.
günleri sayılı olmak
1) ölümü yakın olmak; 2) bir yerde kalmak için ancak birkaç günü bulunmak.
günlük güneşlik görünmek
sıkıntısız, sorunsuz, huzur ortamında bulunmak.
günlük tutmak
her gün yaşananları, olayları ve anıları bir deftere yazmak: ‘Şimdiye kadar günlük tutmadım, olanı biteni kaydetmediğim için birçok şeyi unuttum.’ –İ. Aral.
günü dolmak
1) önceden belirlenmiş bir süreyi tamamlamak; 2) ömrünü tamamlamak, eceli gelmek: ‘Benim tavukların günü daha dolmamışsa suçlu olan ben miyim?’ –Z. Selimoğlu. 3) hamilelikte çocuğun olması gereken süreyi tamamlamak, doldurmak.
günü gününe uymaz
her zaman aynı durumda bulunmaz, kararsız.
günü kurtarmak
günün ağır koşullarını ve engellerini bir biçimde atlatmak: ‘Gelecek insanın mutluluğu için günümüzü kurtarmak hangi babayiğidin harcıdır?’ –M. C. Anday.
günü yetmek
1) ölüm zamanı gelmek; 2) gebe için doğum vakti gelmek.
gününü (günlerini) saymak (beklemek)
kurtulamayacak hasta son günlerini yaşamak.
gününü doldurmak
bir işin sona ermesi için gereken süreyi tamamlamak: ‘Hele günümü doldurup çıkayım, ben ona gösteririm. Onu gebertmezsem anam avradım olsun, derdi.’ –Halikarnas Balıkçısı.
gününü görmek
1) kötü bir sonla karşılaşmak, cezaya çarptırılmak; 2) çocuklarının iyi, mutlu günlerini görmek; 3) aybaşı görmek.
gününü göstermek
tehdit yollu cezalandırmak.
gününü gün etmek
hiçbir şeyi dert edinmeyip gününü hoş geçirmek: ‘Sevmek, sevilmek, eğlenip yan gelmek, çubuğunu yakıp gününü gün etmek mi?’ –H. Taner.
