Deyimler ve Deyimlerin Anlamları

11209 Sonuç bulundu.

göreyim seni

1) senden başarılı sonuçlar bekliyorum: Haydi göreyim seni, bu işi yapıver. 2) ‘sen bunu yaparsan karşılığını da görürsün’ anlamında kullanılan bir tehdit sözü.

görmediğe (görmemişe) dönmek

1) tam bir sağlığa kavuşmak; 2) başından geçmemiş gibi olmak: ‘Bir saniye içinde hasret ve firkati hiç görmemişe dönersiniz.’ –R. N. Güntekin.

görmezden gelmek

görmemiş gibi yapmak, farkında değilmişçesine davranmak.

görmezlikten gelmek

görmemiş gibi davranmak: ‘Kibirli değildi, bayağı bir saldırıyı görmezlikten gelecek kadar.’ –R. Mağden.

görücü gitmek

evlenecek erkek için kız görmeye gitmek.

görücülüğe gitmek

evlenmek isteyen erkek için kız görmeye gitmek.

görücüye çıkmak

evlenmesi söz konusu olan kız görücüye görünmek: ‘Onu indirmek, görücüye çıkmaya razı etmek için başta haminne olmak üzere bütün ev halkı ağacın altında durdu, yalvardı.’ –H. E. Adıvar.

görümcelik yapmak (etmek)

görümce, geline kötü davranmak.

görünüş almak

şekil almak.

görünüşe aldanma

‘yalnızca dış görünüşe bakarak yargıya varmak insanı yanıltabilir’ anlamında kullanılan bir söz.

görünüşü kurtarmak

bir işi gereği gibi değil, yapılıyor dedirtmek için üstünkörü yapmak, zevahiri kurtarmak.

görüp göreceği rahmet bu

‘görülecek tek şey’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Ağız tadı ile oynanan futbolu gördük ama görüp göreceğimiz rahmet de bu kadarmış.’ –B. R. Eyuboğlu.

görüş bildirmek

bir konuda elde edilen düşünce ve deneyimleri vermek.

görüş birliği içinde olmak

aynı görüş ve düşünceye sahip bulunmak: ‘Rahat rahat konuştukça her bakımdan tam görüş birliği içinde olduğumuz açığa çıktı.’ –R. Erduran.

görüş birliği sağlamak

aynı görüş ve düşüncede birleşmek.

görüş birliğine varmak

farklı görüş ve düşüncelerden sonra aynı görüş ve düşünceye ulaşmak.

gösterime girmek

sinema salonlarında bir film oynamaya başlamak.

gösterişe kaçmak

gösteriş yapmaya başlamak.

gövdeye atmak (indirmek)

tkz. oburca yemek: ‘Bir tepsi baklavayı gövdeye indirdikten sonra…’ –T. Buğra.

göz (gözler) önüne sermek

açıklamak, sergilemek, göstermek, tanıtmak: Adı duyulmamış, şiiri bilinmeyen gençleri tutar, gözler önüne sererdi.

göz (gözünün) kuyruğuyla bakmak

göz ucuyla bakmak.

göz (gözünün) önünde olmak

1) sürekli denetimi altında bulunmak; 2) unutmamak, olduğu gibi hatırlamak: ‘Hızla açılan kapıdan içeri girişi, hayır girişi değil, atılışı hâlâ gözümün önündedir.’ –Y. Z. Ortaç. 3) gündemde yer almak; 4) kolayca ulaşılabilecek bir yerde bulunmak.

göz (gözünün) önüne serilmek

görülmek, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmak: ‘İstanbul’a bu yükseklikten bakılınca birden gözlerimizin önüne serilir.’ –A. Ş. Hisar.

göz (gözünün) ucuyla bakmak

fark ettirmeden gözlemek, belli etmemeye çalışarak başını çevirmeden yandan bakmak: ‘Kadın, gözünün ucuyla erkeğe baktı.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.

göz açamamak

yoğun işler yüzünden bir şeyle ilgilenme imkânı bulamamak: ‘İşkembe ayıklamaktan, bulaşık yıkamaktan göz açamıyordum.’ –O. Kemal.

göz açıp kapayıncaya kadar

çok kısa bir sürede: ‘Göz açıp kapayana kadar Zafer büyüdü.’ –A. Kutlu.

göz açtırmamak

başka bir iş yapmasına vakit veya imkân vermemek.

göz alabildiğine

1) gözün görebileceği en uzak yerlere kadar: ‘Bu göz alabildiğine düzlük, sinsi bir bataklık gibidir.’ –A. Erhat. 2) çok geniş, engin bir biçimde.

göz ardı etmek

gereken önemi vermemek: ‘Kocakarı yöntemlerine inanmayı göz ardı ettiğini söyleyemezdim.’ –A. Kulin.

göz atmak

kısa bir süre, fazla dikkat etmeden bakıvermek: ‘Bir ara karşıdaki salaş birahanenin penceresine göz atıyorum.’ –A. Ümit.

göz boyamak

kandırmak, yanıltmak, gösterişle aldatmak: ‘Yerine göre fakiri korur gibi görünür, gözleri boyar böylece.’ –K. Korcan.

göz değmek

uğursuzluk, kötülük getirdiğine inanılan kıskanç veya hayran bakışlar dolayısıyla kötü bir duruma düşmek.

göz dikmek

bir şeyi ele geçirmek isteğine kapılmak: ‘Bizim canımıza, malımıza hangi devlet göz dikmişti?’ –Y. K. Karaosmanoğlu.

göz doldurmak

görünüşü ile umulduğundan çok etkilemek: Bu futbolcu antrenmanda göz doldurdu.

göz doyurmak

bir şey görünüşü ile umulduğundan çok etkilemek.

göz etmek

gözle işaret etmek.

göz gezdirmek

1) derinlemesine incelemeden okumak: ‘Masanın üstünde bir başka gazete var. Biraz evvel ona göz gezdirdiğim zaman birbiri ardı sıra üç havadis görmüştüm.’ –R. N. Güntekin. 2) bir yeri, bir şeyi çabucak incelemek.

göz göre göre

1) belli ve apaçık olarak, herkesin gözü önünde: ‘Göz göre göre masumların kanına girmem için benden ferman almaya mı geldiniz.’ –N. F. Kısakürek. 2) olacağı bilindiği hâlde önlem alınmadan.

göz göz olmak

üzerinde birçok göz, delik oluşmak veya bulunmak: ‘Yeter oldu bu sitemler yetişir / Göz göz oldu kara bağrım tutuşur’ –Halk türküsü.

göz göze gelmek

her iki tarafın bakışları karşılaşmak: ‘İşte bu iki adam bir aralık göz göze geldiler.’ –İ. H. Baltacıoğlu.

göz gözü görmemek

yoğun sis, duman, toz vb. sebeplerle hiçbir şey görülememek: ‘Tezek dumanında göz gözü görmez.’ –N. Hikmet.

göz hapsine almak

bakışlarını üzerinden ayırmamak, gözetlemek, hiçbir davranışını gözden kaçırmamak: ‘Sözü sohbeti yerinde görünen birkaç erkeği haftalarca göz hapsine aldı.’ –R. N. Güntekin.

göz kamaştırmak (almak)

1) kuvvetli ışık veya parlaklık, kısa bir zaman için görüşü bulandırmak; 2) mec. bir niteliğiyle hayran bırakmak: ‘O sıralar Avrupa’da bir büyük piyano ustası gözleri kamaştırıyordu.’ –N. Nadi.

göz kaş süzmek

dikkatle ve hissettirmeden bakışlarla kontrol altında tutmak: ‘Anlamlı anlamlı birbirine işaretler yaparak, göz kaş süzerek Emine’ye uzun uzun bakıyorlar.’ –R. H. Karay.

göz kesilmek

bütün dikkatiyle bakmak.

göz kırpmadan

1) acımadan, merhamet etmeden; 2) duraksamadan, çekinmeden.

göz kırpmak

1) göz kapağını kapayıp açmak: ‘Hem gülüyor hem sık sık bana kaçamak bakışlarla bakıyor, muziplikle göz kırpıyor.’ –A. Ağaoğlu. 2) başkasına söylediklerinin doğru olmadığını işaretle anlatmak için, benimsediği kimseye bakarak gözünü kapayıp açmak: ‘İki sahilde pencerelerden damla damla taşan ışıklar güzel aydedeye göz kırpmakta yıldızlarla rekabet ediyor sanılır.’ –A. H. Müftüoğlu.

göz kırpmamak

uyumamak.

göz koymak

bir kimseyi veya bir şeyi ele geçirmeyi istemek: ‘Kırkyılda bir nişanlı buldum, ona da sen mi göz koydun?’ –M. Ş. Esendal.

göz kulak olmak

1) görme, işitme yoluyla bilgi edinmeye çalışmak; 2) mec. gözetmek, korumak, bakmak: ‘Öbürü göğsünden ağır yaralı iki erin geriye alınmalarına göz kulak oluyordu.’ –A. İlhan.

göz nuru dökmek

fazla emek sarf etmek: ‘Kızcağız göz nuru dökmüş, çok ince şeyler işlemiş.’ –H. Taner.

göz önünde tutmak (bulundurmak)

herhangi bir durumun nasıl bir sonuca yol açacağını hesaba katmak, dikkate almak.

göz önüne almak

önceden düşünmek, hesaplamak, dikkate almak: ‘1908’den önceki zemin ve zamanı göz önüne almalı.’ –Y. K. Beyatlı.

göz önüne getirmek

zihinde canlandırmak, tasarlamak.

göz süzmek

baygın ve anlamlı bakmak: ‘Göz süzüp boyun kırması, erkeği baştan çıkarmanın ilmini bilmesi fabrikaların tezgâh başlarında, soyunma odalarında konuşuldu.’ –L. Tekin.

göz ucuyla görmek

fark etmek: ‘Benim için dualar okuduğunu göz ucuyla görebiliyordum.’ –A. Kulin.

göz ucuyla süzmek

iyice tanımak, bilmek veya dikkat çekmek amacıyla hafif kısık gözle incelemek, bakmak: ‘Sokakta göz ucuyla süzdüğüm kadının bana ehemmiyet vermediğini görürsem hoşça bir latife söyleyiveririm.’ –R. N. Güntekin.

göz yıldırmak

gözünü korkutmak.

göz yummak

1) görmezlikten gelmek, hoş görmek, bağışlamak: ‘Kendi dillerine başka bir dilden en küçük bir şeyin karışmasına göz yumamazlar.’ –N. Uygur. 2) umudunu kesmek, umutsuzluğa düşmek.

göz yummamak

1) uyumamak; 2) mec. hoş görmemek, bağışlamamak.

gözaltına almak

güvenlik kuvvetleri birini belli bir süre, belli bir yerde tutmak, nezarete almak.

gözaltında tutmak

1) güvenlik kuvvetleri birini belli bir süre, belli bir yerde tutmak; 2) gözetlemek.

gözaydın etmek

güzel bir olay için kutlamak, iyi dileklerde bulunmak: ‘Bir hafta evimize geldiler, gittiler. Köylerden bizleri tanıyanlar bile geldiler, gözaydın ettiler.’ –M. Ş. Esendal.

gözaydına gelmek

birine kavuştuğu sevindirici bir durum dolayısıyla kutlamaya, iyi dilekte bulunmaya gelmek: ‘Eve dönünce orasını düğünevi gibi kalabalık buldum. Duyan kadınlar gözaydına gelmişler.’ –M. Ş. Esendal.

gözaydına gitmek

birine kavuştuğu sevindirici bir durum dolayısıyla kutlamaya, iyi dilekte bulunmaya gitmek.

gözden (gözünden) düşmek

bir kişi veya şey değerini yitirmek, rağbet görmemek: ‘Muhtarın oğlu bu hasta köpeklere düşman olduğu günden beri gözümden düştü.’ –S. F. Abasıyanık.

gözden (gözünden) kaçırmak

dalgınlıkla görmemek: ‘Fikirleri dağınıklıktan kurtarmak için, özüne irca etmek ve onu gözden kaçırmamak lazımdır.’ –M. Kaplan.

gözden (gözünden) kaçmak

görülmemek, farkına varılmamak: ‘Emeğinin ve cesaretinin gözümden kaçmış bulunmasından hâlâ üzgünlük duyuyorum.’ –A. Ağaoğlu.

gözden (gözünden) sürmeyi çalmak (çekmek)

hırsızlıkta çok becerikli, çok usta olmak.

gözden çıkarmak

bir mal, para, değer yargısı vb. maddi veya manevi varlığın elden çıkarılmasını kabul etmek: ‘İnsan, emeğini o kadar kolay gözden çıkaramıyor.’ –A. Ağaoğlu.

gözden geçirmek

1) okumak: ‘O günkü gazeteleri gözden geçirdi.’ –F. R. Atay. 2) niteliğini anlamak için bir şeyin her yanına bakmak, incelemek, muayene etmek: ‘Akşam hazırlanmış sofrayı gözden geçirmek için odasından çıktı.’ –A. Kutlu. 3) araç, motor vb.nin çalışıp çalışmadığını incelemek, denemek, denetlemek.

gözden gönülden çıkarmak

önem vermemek, ilgisini kesmek: ‘Şimdi, artık gözünden ve gönlünden çıkardığı bu adamın her şeyi onun için müsavi idi.’ –R. N. Güntekin.

gözden ırak tutmak

görmek istememek.

gözden ırak tutulmak

önem verilmemek, değersiz bulmak: ‘Bunca yüzyıl gözden ırak tutulan gerçek Türkçeyi ön plana almak gerekiyordu.’ –A. Erhat.

gözden kaybetmek

görünmemek, ortadan çekilip gitmek: ‘Mektepten sonra birbirimizi gözden kaybetmiştik.’ –R. N. Güntekin.

gözden kaybolmak

ortadan çekilmek veya görünmez olmak, kaybolmak: ‘Vakta ki gece mehtaba çıktılar. Senihe ile Faik Bey uzun bir müddet gözden kayboldular.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.

gözden nihan olmak

gözden kaybolmak: ‘Nihayet yıkık bir kulübe civarında gözden nihan oldular.’ –R. N. Güntekin.

gözden uzak tutmak

önem vermemek, arka plana itmek: Çıkarlarını gözettiği sınıfı gözden uzak tutmak, adını andırmamak isterler.

gözden uzaklaşmak

ayrılıp başka yere gitmek, görünmez olmak.

göze almak

gelebilecek her türlü zararı ve tehlikeyi önceden kabul etmek: ‘Bunlardan kaç babayiğit bu ölüm yarışını göze alabilir?’ –T. Buğra.

göze batmak

1) aşırı derecede görünür olmak: ‘Şöyle kenara göze batmayacak bir masaya iliştik.’ –N. Hikmet. 2) tedirgin etmek, uygunsuz veya yakışıksız görünmek: ‘Hiçbir zaman göze batmak ve sivrilmek isteme.’ –N. F. Kısakürek. 3) çekemezliğe yol açmak.

göze çarpmak

dikkati üzerine çekmek: ‘Evin nizamında Türk kadınlarının vakur zarafeti göze çarpar.’ –O. S. Orhon.

göze diken olmak

göze batmak.

göze gelmek

birisine nazar değmiş olmak.

göze girmek

davranış ve yetenekleriyle ilgi ve önem kazanmak: ‘O fırsatta onu yererek göze girmeye çalışan birkaç tıynetsiz dalkavuk da elbet renk verdiler.’ –A. Kabaklı.

göze görünmek

belli, açık olmak.

göze görünmemek

1) ortaya çıkmamak, ortalıkta dolaşmamak, saklanmak; 2) kendisi var olduğu hâlde göz onu görememek; 3) değersiz olmak.

gözetim altında tutmak

göz önünden ayırmamak: ‘Onu kolla, gözetim altında tut ama bunu ona hiç belli etme.’ –A. Kulin.

gözetime almak

gözetmek.

gözle görülür, elle tutulur hâle gelmek

çok açık bir biçimde görülmek, herkes tarafından bilinmek: Haksızlık, rüşvet, gözle görülür, elle tutulur hâle gelmişti.

gözle yemek

1) bir şeye çok istekle ve dik dik bakmak; 2) göz değdirmek: Çocuğu gözle yediler.

gözlem altına almak

1) bir nesneyi, olayı veya bir gerçeği, niteliklerinin bilinmesi amacıyla, dikkatli ve planlı olarak ele alıp incelemek; 2) hastanın hastalığını izlemek, denetim altında bulundurmak.

gözleri bayılmak

uyku, istek vb. bir durum gözlerinden belli olmak.

gözleri berraklaşmak

bakışları daha canlı ve parlak olmak: ‘Çocukluğuna ait bazı hatıralarını söylerken, gözleri berraklaşıyordu.’ –R. N. Güntekin.

gözleri buğulanmak (bulutlanmak)

gözleri yaşararak çevreyi bulanık görmek.

gözleri çakmak çakmak (olmak)

ateşli hastalık veya öfkeden gözleri kızarmış ve parlamış (olmak): ‘Avuçları ateş gibi fersiz gözleri çakmak çakmak dört dönüyordu.’ –H. E. Adıvar.

gözleri çukura gitmek (kaçmak)

aşırı yorgunluktan göz çevresi kararmak veya çökmek: ‘Genç yakışıklı yüzü solmuş, gözleri çukura kaçmıştı.’ –Y. Kemal.

gözleri dolmak (dolu dolu olmak)

ağlayacak kadar duygulanmak: ‘Gözleri dolu doluydu ama ağlamadı.’ –A. Ümit.

gözleri dönmek

aşırı ateşten veya can çekişirken gözlerin renkli bölümü kapakların altında kalarak görünmemek.

gözleri fıldır fıldır etmek

şeytanca ve çapkınca bakmak.

Sayfa 48 / 113

 

 

Filtreleme Seçenekleri
Field not found.
Ana Menü