göreyim seni
1) senden başarılı sonuçlar bekliyorum: Haydi göreyim seni, bu işi yapıver. 2) ‘sen bunu yaparsan karşılığını da görürsün’ anlamında kullanılan bir tehdit sözü.
görmediğe (görmemişe) dönmek
1) tam bir sağlığa kavuşmak; 2) başından geçmemiş gibi olmak: ‘Bir saniye içinde hasret ve firkati hiç görmemişe dönersiniz.’ –R. N. Güntekin.
görmezden gelmek
görmemiş gibi yapmak, farkında değilmişçesine davranmak.
görmezlikten gelmek
görmemiş gibi davranmak: ‘Kibirli değildi, bayağı bir saldırıyı görmezlikten gelecek kadar.’ –R. Mağden.
görücü gitmek
evlenecek erkek için kız görmeye gitmek.
görücülüğe gitmek
evlenmek isteyen erkek için kız görmeye gitmek.
görücüye çıkmak
evlenmesi söz konusu olan kız görücüye görünmek: ‘Onu indirmek, görücüye çıkmaya razı etmek için başta haminne olmak üzere bütün ev halkı ağacın altında durdu, yalvardı.’ –H. E. Adıvar.
görümcelik yapmak (etmek)
görümce, geline kötü davranmak.
görünüş almak
şekil almak.
görünüşe aldanma
‘yalnızca dış görünüşe bakarak yargıya varmak insanı yanıltabilir’ anlamında kullanılan bir söz.
görünüşü kurtarmak
bir işi gereği gibi değil, yapılıyor dedirtmek için üstünkörü yapmak, zevahiri kurtarmak.
görüp göreceği rahmet bu
‘görülecek tek şey’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Ağız tadı ile oynanan futbolu gördük ama görüp göreceğimiz rahmet de bu kadarmış.’ –B. R. Eyuboğlu.
görüş bildirmek
bir konuda elde edilen düşünce ve deneyimleri vermek.
görüş birliği içinde olmak
aynı görüş ve düşünceye sahip bulunmak: ‘Rahat rahat konuştukça her bakımdan tam görüş birliği içinde olduğumuz açığa çıktı.’ –R. Erduran.
görüş birliği sağlamak
aynı görüş ve düşüncede birleşmek.
görüş birliğine varmak
farklı görüş ve düşüncelerden sonra aynı görüş ve düşünceye ulaşmak.
gösterime girmek
sinema salonlarında bir film oynamaya başlamak.
gösterişe kaçmak
gösteriş yapmaya başlamak.
gövdeye atmak (indirmek)
tkz. oburca yemek: ‘Bir tepsi baklavayı gövdeye indirdikten sonra…’ –T. Buğra.
göz (gözler) önüne sermek
açıklamak, sergilemek, göstermek, tanıtmak: Adı duyulmamış, şiiri bilinmeyen gençleri tutar, gözler önüne sererdi.
göz (gözünün) kuyruğuyla bakmak
göz ucuyla bakmak.
göz (gözünün) önünde olmak
1) sürekli denetimi altında bulunmak; 2) unutmamak, olduğu gibi hatırlamak: ‘Hızla açılan kapıdan içeri girişi, hayır girişi değil, atılışı hâlâ gözümün önündedir.’ –Y. Z. Ortaç. 3) gündemde yer almak; 4) kolayca ulaşılabilecek bir yerde bulunmak.
göz (gözünün) önüne serilmek
görülmek, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmak: ‘İstanbul’a bu yükseklikten bakılınca birden gözlerimizin önüne serilir.’ –A. Ş. Hisar.
göz (gözünün) ucuyla bakmak
fark ettirmeden gözlemek, belli etmemeye çalışarak başını çevirmeden yandan bakmak: ‘Kadın, gözünün ucuyla erkeğe baktı.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
göz açamamak
yoğun işler yüzünden bir şeyle ilgilenme imkânı bulamamak: ‘İşkembe ayıklamaktan, bulaşık yıkamaktan göz açamıyordum.’ –O. Kemal.
göz açıp kapayıncaya kadar
çok kısa bir sürede: ‘Göz açıp kapayana kadar Zafer büyüdü.’ –A. Kutlu.
göz açtırmamak
başka bir iş yapmasına vakit veya imkân vermemek.
göz alabildiğine
1) gözün görebileceği en uzak yerlere kadar: ‘Bu göz alabildiğine düzlük, sinsi bir bataklık gibidir.’ –A. Erhat. 2) çok geniş, engin bir biçimde.
göz ardı etmek
gereken önemi vermemek: ‘Kocakarı yöntemlerine inanmayı göz ardı ettiğini söyleyemezdim.’ –A. Kulin.
göz atmak
kısa bir süre, fazla dikkat etmeden bakıvermek: ‘Bir ara karşıdaki salaş birahanenin penceresine göz atıyorum.’ –A. Ümit.
göz boyamak
kandırmak, yanıltmak, gösterişle aldatmak: ‘Yerine göre fakiri korur gibi görünür, gözleri boyar böylece.’ –K. Korcan.
göz değmek
uğursuzluk, kötülük getirdiğine inanılan kıskanç veya hayran bakışlar dolayısıyla kötü bir duruma düşmek.
göz dikmek
bir şeyi ele geçirmek isteğine kapılmak: ‘Bizim canımıza, malımıza hangi devlet göz dikmişti?’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
göz doldurmak
görünüşü ile umulduğundan çok etkilemek: Bu futbolcu antrenmanda göz doldurdu.
göz doyurmak
bir şey görünüşü ile umulduğundan çok etkilemek.
göz etmek
gözle işaret etmek.
göz gezdirmek
1) derinlemesine incelemeden okumak: ‘Masanın üstünde bir başka gazete var. Biraz evvel ona göz gezdirdiğim zaman birbiri ardı sıra üç havadis görmüştüm.’ –R. N. Güntekin. 2) bir yeri, bir şeyi çabucak incelemek.
göz göre göre
1) belli ve apaçık olarak, herkesin gözü önünde: ‘Göz göre göre masumların kanına girmem için benden ferman almaya mı geldiniz.’ –N. F. Kısakürek. 2) olacağı bilindiği hâlde önlem alınmadan.
göz göz olmak
üzerinde birçok göz, delik oluşmak veya bulunmak: ‘Yeter oldu bu sitemler yetişir / Göz göz oldu kara bağrım tutuşur’ –Halk türküsü.
göz göze gelmek
her iki tarafın bakışları karşılaşmak: ‘İşte bu iki adam bir aralık göz göze geldiler.’ –İ. H. Baltacıoğlu.
göz gözü görmemek
yoğun sis, duman, toz vb. sebeplerle hiçbir şey görülememek: ‘Tezek dumanında göz gözü görmez.’ –N. Hikmet.
göz hapsine almak
bakışlarını üzerinden ayırmamak, gözetlemek, hiçbir davranışını gözden kaçırmamak: ‘Sözü sohbeti yerinde görünen birkaç erkeği haftalarca göz hapsine aldı.’ –R. N. Güntekin.
göz kamaştırmak (almak)
1) kuvvetli ışık veya parlaklık, kısa bir zaman için görüşü bulandırmak; 2) mec. bir niteliğiyle hayran bırakmak: ‘O sıralar Avrupa’da bir büyük piyano ustası gözleri kamaştırıyordu.’ –N. Nadi.
göz kaş süzmek
dikkatle ve hissettirmeden bakışlarla kontrol altında tutmak: ‘Anlamlı anlamlı birbirine işaretler yaparak, göz kaş süzerek Emine’ye uzun uzun bakıyorlar.’ –R. H. Karay.
göz kesilmek
bütün dikkatiyle bakmak.
göz kırpmadan
1) acımadan, merhamet etmeden; 2) duraksamadan, çekinmeden.
göz kırpmak
1) göz kapağını kapayıp açmak: ‘Hem gülüyor hem sık sık bana kaçamak bakışlarla bakıyor, muziplikle göz kırpıyor.’ –A. Ağaoğlu. 2) başkasına söylediklerinin doğru olmadığını işaretle anlatmak için, benimsediği kimseye bakarak gözünü kapayıp açmak: ‘İki sahilde pencerelerden damla damla taşan ışıklar güzel aydedeye göz kırpmakta yıldızlarla rekabet ediyor sanılır.’ –A. H. Müftüoğlu.
göz kırpmamak
uyumamak.
göz koymak
bir kimseyi veya bir şeyi ele geçirmeyi istemek: ‘Kırkyılda bir nişanlı buldum, ona da sen mi göz koydun?’ –M. Ş. Esendal.
göz kulak olmak
1) görme, işitme yoluyla bilgi edinmeye çalışmak; 2) mec. gözetmek, korumak, bakmak: ‘Öbürü göğsünden ağır yaralı iki erin geriye alınmalarına göz kulak oluyordu.’ –A. İlhan.
göz nuru dökmek
fazla emek sarf etmek: ‘Kızcağız göz nuru dökmüş, çok ince şeyler işlemiş.’ –H. Taner.
göz önünde tutmak (bulundurmak)
herhangi bir durumun nasıl bir sonuca yol açacağını hesaba katmak, dikkate almak.
göz önüne almak
önceden düşünmek, hesaplamak, dikkate almak: ‘1908’den önceki zemin ve zamanı göz önüne almalı.’ –Y. K. Beyatlı.
göz önüne getirmek
zihinde canlandırmak, tasarlamak.
göz süzmek
baygın ve anlamlı bakmak: ‘Göz süzüp boyun kırması, erkeği baştan çıkarmanın ilmini bilmesi fabrikaların tezgâh başlarında, soyunma odalarında konuşuldu.’ –L. Tekin.
göz ucuyla görmek
fark etmek: ‘Benim için dualar okuduğunu göz ucuyla görebiliyordum.’ –A. Kulin.
göz ucuyla süzmek
iyice tanımak, bilmek veya dikkat çekmek amacıyla hafif kısık gözle incelemek, bakmak: ‘Sokakta göz ucuyla süzdüğüm kadının bana ehemmiyet vermediğini görürsem hoşça bir latife söyleyiveririm.’ –R. N. Güntekin.
göz yıldırmak
gözünü korkutmak.
göz yummak
1) görmezlikten gelmek, hoş görmek, bağışlamak: ‘Kendi dillerine başka bir dilden en küçük bir şeyin karışmasına göz yumamazlar.’ –N. Uygur. 2) umudunu kesmek, umutsuzluğa düşmek.
göz yummamak
1) uyumamak; 2) mec. hoş görmemek, bağışlamamak.
gözaltına almak
güvenlik kuvvetleri birini belli bir süre, belli bir yerde tutmak, nezarete almak.
gözaltında tutmak
1) güvenlik kuvvetleri birini belli bir süre, belli bir yerde tutmak; 2) gözetlemek.
gözaydın etmek
güzel bir olay için kutlamak, iyi dileklerde bulunmak: ‘Bir hafta evimize geldiler, gittiler. Köylerden bizleri tanıyanlar bile geldiler, gözaydın ettiler.’ –M. Ş. Esendal.
gözaydına gelmek
birine kavuştuğu sevindirici bir durum dolayısıyla kutlamaya, iyi dilekte bulunmaya gelmek: ‘Eve dönünce orasını düğünevi gibi kalabalık buldum. Duyan kadınlar gözaydına gelmişler.’ –M. Ş. Esendal.
gözaydına gitmek
birine kavuştuğu sevindirici bir durum dolayısıyla kutlamaya, iyi dilekte bulunmaya gitmek.
gözden (gözünden) düşmek
bir kişi veya şey değerini yitirmek, rağbet görmemek: ‘Muhtarın oğlu bu hasta köpeklere düşman olduğu günden beri gözümden düştü.’ –S. F. Abasıyanık.
gözden (gözünden) kaçırmak
dalgınlıkla görmemek: ‘Fikirleri dağınıklıktan kurtarmak için, özüne irca etmek ve onu gözden kaçırmamak lazımdır.’ –M. Kaplan.
gözden (gözünden) kaçmak
görülmemek, farkına varılmamak: ‘Emeğinin ve cesaretinin gözümden kaçmış bulunmasından hâlâ üzgünlük duyuyorum.’ –A. Ağaoğlu.
gözden (gözünden) sürmeyi çalmak (çekmek)
hırsızlıkta çok becerikli, çok usta olmak.
gözden çıkarmak
bir mal, para, değer yargısı vb. maddi veya manevi varlığın elden çıkarılmasını kabul etmek: ‘İnsan, emeğini o kadar kolay gözden çıkaramıyor.’ –A. Ağaoğlu.
gözden geçirmek
1) okumak: ‘O günkü gazeteleri gözden geçirdi.’ –F. R. Atay. 2) niteliğini anlamak için bir şeyin her yanına bakmak, incelemek, muayene etmek: ‘Akşam hazırlanmış sofrayı gözden geçirmek için odasından çıktı.’ –A. Kutlu. 3) araç, motor vb.nin çalışıp çalışmadığını incelemek, denemek, denetlemek.
gözden gönülden çıkarmak
önem vermemek, ilgisini kesmek: ‘Şimdi, artık gözünden ve gönlünden çıkardığı bu adamın her şeyi onun için müsavi idi.’ –R. N. Güntekin.
gözden ırak tutmak
görmek istememek.
gözden ırak tutulmak
önem verilmemek, değersiz bulmak: ‘Bunca yüzyıl gözden ırak tutulan gerçek Türkçeyi ön plana almak gerekiyordu.’ –A. Erhat.
gözden kaybetmek
görünmemek, ortadan çekilip gitmek: ‘Mektepten sonra birbirimizi gözden kaybetmiştik.’ –R. N. Güntekin.
gözden kaybolmak
ortadan çekilmek veya görünmez olmak, kaybolmak: ‘Vakta ki gece mehtaba çıktılar. Senihe ile Faik Bey uzun bir müddet gözden kayboldular.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
gözden nihan olmak
gözden kaybolmak: ‘Nihayet yıkık bir kulübe civarında gözden nihan oldular.’ –R. N. Güntekin.
gözden uzak tutmak
önem vermemek, arka plana itmek: Çıkarlarını gözettiği sınıfı gözden uzak tutmak, adını andırmamak isterler.
gözden uzaklaşmak
ayrılıp başka yere gitmek, görünmez olmak.
göze almak
gelebilecek her türlü zararı ve tehlikeyi önceden kabul etmek: ‘Bunlardan kaç babayiğit bu ölüm yarışını göze alabilir?’ –T. Buğra.
göze batmak
1) aşırı derecede görünür olmak: ‘Şöyle kenara göze batmayacak bir masaya iliştik.’ –N. Hikmet. 2) tedirgin etmek, uygunsuz veya yakışıksız görünmek: ‘Hiçbir zaman göze batmak ve sivrilmek isteme.’ –N. F. Kısakürek. 3) çekemezliğe yol açmak.
göze çarpmak
dikkati üzerine çekmek: ‘Evin nizamında Türk kadınlarının vakur zarafeti göze çarpar.’ –O. S. Orhon.
göze diken olmak
göze batmak.
göze gelmek
birisine nazar değmiş olmak.
göze girmek
davranış ve yetenekleriyle ilgi ve önem kazanmak: ‘O fırsatta onu yererek göze girmeye çalışan birkaç tıynetsiz dalkavuk da elbet renk verdiler.’ –A. Kabaklı.
göze görünmek
belli, açık olmak.
göze görünmemek
1) ortaya çıkmamak, ortalıkta dolaşmamak, saklanmak; 2) kendisi var olduğu hâlde göz onu görememek; 3) değersiz olmak.
gözetim altında tutmak
göz önünden ayırmamak: ‘Onu kolla, gözetim altında tut ama bunu ona hiç belli etme.’ –A. Kulin.
gözetime almak
gözetmek.
gözle görülür, elle tutulur hâle gelmek
çok açık bir biçimde görülmek, herkes tarafından bilinmek: Haksızlık, rüşvet, gözle görülür, elle tutulur hâle gelmişti.
gözle yemek
1) bir şeye çok istekle ve dik dik bakmak; 2) göz değdirmek: Çocuğu gözle yediler.
gözlem altına almak
1) bir nesneyi, olayı veya bir gerçeği, niteliklerinin bilinmesi amacıyla, dikkatli ve planlı olarak ele alıp incelemek; 2) hastanın hastalığını izlemek, denetim altında bulundurmak.
gözleri bayılmak
uyku, istek vb. bir durum gözlerinden belli olmak.
gözleri berraklaşmak
bakışları daha canlı ve parlak olmak: ‘Çocukluğuna ait bazı hatıralarını söylerken, gözleri berraklaşıyordu.’ –R. N. Güntekin.
gözleri buğulanmak (bulutlanmak)
gözleri yaşararak çevreyi bulanık görmek.
gözleri çakmak çakmak (olmak)
ateşli hastalık veya öfkeden gözleri kızarmış ve parlamış (olmak): ‘Avuçları ateş gibi fersiz gözleri çakmak çakmak dört dönüyordu.’ –H. E. Adıvar.
gözleri çukura gitmek (kaçmak)
aşırı yorgunluktan göz çevresi kararmak veya çökmek: ‘Genç yakışıklı yüzü solmuş, gözleri çukura kaçmıştı.’ –Y. Kemal.
gözleri dolmak (dolu dolu olmak)
ağlayacak kadar duygulanmak: ‘Gözleri dolu doluydu ama ağlamadı.’ –A. Ümit.
gözleri dönmek
aşırı ateşten veya can çekişirken gözlerin renkli bölümü kapakların altında kalarak görünmemek.
gözleri fıldır fıldır etmek
şeytanca ve çapkınca bakmak.
