gırla gitmek
1) uzun sürmek, sürüp gitmek: ‘Park enikonu bir olay, tebrik ve övgüler gırla gidiyor.’ –T. Buğra. 2) bol bol ortaya dökülüp harcanmak.
gırtlağına kadar
çok fazla: ‘İşrete düşkünlüğünü anlata anlata bitiremiyorlar, gırtlağına kadar borç içindeymiş.’ –A. İlhan.
gırtlağından kesmek
herhangi bir amaç için yiyeceğinden kısıntı yapmak, boğazından kesmek, tasarruf etmek.
gırtlak gırtlağa gelmek
kıyasıya dövüşmek.
göbeği biriyle bağlı (beraber kesilmiş)
her zaman birlikte bulunan, birbirinden ayrılmayan kimseler için kullanılan bir söz.
göbeği çatlamak
birçok güçlüğü yenmek için çok uğraşmak: ‘Meclisten geçirinceye kadar göbeğim çatlamıştı.’ –H. E. Adıvar.
göbeği çıkmak
şişmanlamak: ‘Benim oğlanın göbeği çıkıyormuş da biraz, her sabah koşu yapıyor, dedi.’ –N. Hikmet.
göbeği düşmek
göbek deliğinin kapanmamasından fıtık oluşmak.
göbeği sokakta kesilmiş
evde durmayıp hep sokaklarda gezen, sürtük.
göbeğini eritmek
zayıflamak: ‘Göbeğini eritmek için her sabah sıcakta, tozda koşu yapan delikanlıyı düşünüyorum.’ –N. Hikmet.
göbeğini kesmek
1) çocuğun göbeğiyle etene arasındaki damar örgüsünü kesmek; 2) mec. birini çok eskiden beri tanımak, bilmek.
göbek atmak
1) karnını hareket ettirerek oynamak: ‘Dillere destan olan oturak âlemlerinde göbeği atan, erkek değil, kadındır.’ –B. R. Eyuboğlu. 2) mec. çok sevinmek: ‘Dolmuştan inince bir yandan saatine bakar, bir yandan da göbek atarmış, daha bir saat var, diye.’ –H. Taner.
göbek bağlamak (salıvermek)
şişmanlayarak karnı büyümek, göbeklenmek: ‘Şimdi gördüğü kişi, ellisinin üstünde, göbek bağlamış, metal gözlük çerçeveli biriydi.’ –O. Aysu.
göbek çalkamak (çalkalamak)
göbeğini sağa sola hareket ettirerek oynamak.
göç etmek (eylemek)
1) oturduğu yerden başka bir yere gidip yerleşmek, göçmek: ‘Kalktı göç eyledi Afşar elleri.’ –Dadaloğlu. 2) mec. ölmek.
göçüp gitmek
ölmek: ‘En güzel halk türküleri çok sevilen bir insanın ansızın göçüp gitmesi ile kopan bir feryattır.’ –B. R. Eyuboğlu.
göğe merdiven dayamış
çok uzun boylu.
göğsü daralmak (tıkanmak)
1) güçlükle nefes almak; 2) mec. içi sıkılmak: ‘Öteden beri yola yüzü yoktu. Hele yokuşları karşıdan gördüğü vakit göğsü tıkanırdı.’ –R. N. Güntekin.
göğsü kabarmak
övünç duymak, kıvanmak, iftihar etmek: ‘Onu sapasağlam görünce göğsüm kabardı oğul.’ –S. F. Abasıyanık.
göğsünü gere gere
1) kendine güvenerek: ‘Ne yazık ki geçtiğimiz yılda, göğsümüzü gere gere, işte zafer diyebileceğimiz pek az başarımız olmuştur.’ –T. Halman. 2) övünerek: ‘Kim bilir, bu erkek, kadınların zaafı ile göğsünü gere gere kaç kere istihza etmiştir.’ –H. C. Yalçın.
göğsünü kabartmak
bir olay dolayısıyla kıvanç duygusunu ortaya koymak, övünmek: ‘Duvarda, güneşe karşı / Göğsünü kabartan bir güvercin / İçimde öksüzün gözyaşı / Yıkılan yıllar için’ –H. F. Ozansoy.
göğsünü yırtmak
coşkunluğunu ortaya koymak, coşmak, cıvıldamak: ‘Sevda mevsimi gelince kuşlar bin türlü teranelerle minimini göğüslerini yırtarlar.’ –R. N. Güntekin.
göğüs bağır açık
özensiz bir kılıkta: ‘Göğüs bağır açık, ellerinde pankartlarla yürütüyorlar bu savaşı.’ –N. Cumalı.
göğüs geçirmek
üzülerek derinden soluk almak: ‘Birdenbire sustu ve göğüs geçirdi, hüzün, dertlenme derecesini bulmuştu.’ –T. Buğra.
göğüs germek
bir güçlüğe karşı koymak, dayanmak: ‘Hayatın lezzetleri içinde yüzen bizler, elbette geçici birçok zahmetlere katlanmaya ve birçok zorluklara göğüs germeye mecburduk.’ –A. Ş. Hisar.
göğüs vermek
eziyete, sıkıntıya katlanmak, tahammül etmek: ‘Ben, onun hatırı ve hatırası için daha ağırlarına da göğüs verirdim.’ –R. N. Güntekin.
gök delinmek
birdenbire çok ve hızlı yağmur yağmak.
göklere çıkmak
pek çok yükselmek.
gökte ararken yerde bulmak
çok güçlükle ele geçirebileceğini sandığı şeyi veya kimseyi birdenbire bulmak: ‘Merhaba dostum / Seni gökte ararken / Yerde buldum’ –B. Necatigil.
gökten zembille mi indi
1) ‘Tanrı’nın özel olarak gönderdiği, saygınlık görmesini istediği bir kişi mi?’ anlamında kullanılan bir söz; 2) ‘uğraşmadan, didinmeden, kendiliğinden mi türedi?’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Biz Anadolu’nun ortasına gökten zembille mi indik?’ –O. S. Orhon.
gol atmak
topun karşı takımın kalesine girmesini sağlamak.
gol kaçırmak
uygun durumda olmasına rağmen karşı takımın kalesine topu sokamamak.
göl olmak
gereksiz olarak bir yerde su toplanmak, göllenmek.
gol yemek
topun kendi kalesine girmesine engel olamamak.
gölge düşmek
bir şey üzerine karaltı inmek, üzerine gölge gelmek.
gölge etmek
1) ışığa engel olmak; 2) mec. engel olmak; 3) mec. gereksiz yere rahatsız etmek: ‘Gölge etme, başka ihsan istemem.’ –Diyojen.
gölge gibi
varlığını belli etmeden, gizlice: ‘Bunlar yekdiğerlerine tutunarak birer gölge gibi duvara siftine, inleye, ıkına orada duran arabalara tırmanmaya başladılar.’ –A. H. Müftüoğlu.
gölgede (gölgesinde) kalmak
adı sanı pek duyulmamak, ön plana çıkamamak, daha az ünlü olmak: ‘Önce akranlarının gölgesinde kaldı, sonraları kendinden sonra yetişen şairler gölge ettiler önüne.’ –N. Cumalı.
gölgesine sığınmak
birinin emri altına girmek: Yakınları bağışlatınca da ayaklarına kapanarak gölgesine sığınmıştı.
gölgesine yatmak
daha önce elde edilen para, makam, ün vb.ne sığınarak zaman geçirmek veya bundan yararlanmak: ‘O, büyük aktörlüğün gölgesine yatmış, günlerini stüdyolara telefon etmekle geçiriyor.’ –A. İlhan.
gömlek değiştirmek
1) yılan üst derisini değiştirmek; 2) mec. huy veya düşünce değiştirmek: ‘Toplumun gömlek değiştirmesi, siyasal karmaşa elbette onları da etkiliyor.’ –S. İleri.
gömlek eskitmek
deneyim kazanmış olmak.
gönderme yapmak
konuşurken veya yazarken başka kaynak veya olaylarla bağlantı kurmak.
gönlü akmak
birine karşı güçlü sevgi duymak: ‘Bu delikanlının kıza, bu kızın delikanlıya gönlü akınca insanın yüreği kabarıyor.’ –R. N. Güntekin.
gönlü bulanmak
1) kusacak gibi olmak; 2) mec. kuşkulanmak.
gönlü çekmek
imrenip istemek.
gönlü çelinmek
güzel sözlere aldanmak, kapılmak.
gönlü çökmek
yaşama gücü azalmak, ruhsal dengesi bozulmak.
gönlü düşmek
âşık olmak: ‘Çaydan üç güvercin uçtu / Benim gönlüm sana düştü’ –Halk türküsü.
gönlü istemek
dilemek, kuvvetle içten arzulamak: ‘Gönül istiyordu ki böyle büyük sanatçılara hastalıklar hiç değmesin, onlardan uzak olsun.’ –C. Uçuk.
gönlü kalmak
1) isteyip de edinemediği bir şeyi istemekten vazgeçmemek; 2) gücenmek.
gönlü kanmak
bir işle ilgili kaygısı kalmamak, mutmain olmak, müsterih olmak.
gönlü kaymak
sevmeye eğimli olmak.
gönlü kırılmak
üzülmek, incinmek, yerinmek: ‘Bunları duymakla gönlüm kırıldı.’ –A. Ş. Hisar.
gönlü razı olmamak
istememek: ‘Ama Salih’in gönlü buna razı olmaz, bu yüzden de sorunları yarım ağızla cevaplandırırdı.’ –T. Buğra.
gönlü takılmak
1) bir şeye karşı ilgi duymak; 2) aşk ile sevmeye başlamak.
gönlü varmamak
istek duymamak, istememek, çekinmek: ‘Birkaç gece evvel gelip de bir şey soracaktım, rahatsız etmeye gönlüm varmadı.’ –P. Safa.
gönlünde kalmak
çok istediği hâlde ulaşamamak, elde edememek: ‘Bu soyadı çıkmasaydı, bu hatiplik onun gönlünde kalacakmış.’ –M. Ş. Esendal.
gönlünden geçirmek (geçmek)
1) bir şeyin olmasını veya bir şey yapmayı istemek: ‘Topkapı Sarayı’nda Hünername minyatürlerine bakarken kaç defa gönlümden bu özleyiş geçti.’ –Y. K. Beyatlı. 2) düşünmek.
gönlünden kopmak
kendiliğinden vermek: ‘Fukara bir denizciye rast gelirsen süngerlerimden birkaç tanesini ona ver, gönlünden koparsa.’ –Halikarnas Balıkçısı.
gönlüne doğmak
içine doğmak, sezmek, hissetmek.
gönlüne dokunmak
üzülmek, rahatsızlık duymak: ‘Onun kenar mahallelerde sürüklenen çıplak ayakları benim gönlüme dokunuyor.’ –O. S. Orhon.
gönlüne girmek
kalbine girmek.
gönlüne göre
dileğine göre, isteğine uygun olarak.
gönlünü çalmak
kalbini çalmak.
gönlünü çelmek
1) kandırmak, yola getirmek, aşkını kazanmak: ‘Nice beyler, paşalar onun peşinde yıllarca dolaşmışlar, onun gönlünü çelmek için her türlü çareye başvurmuşlardı.’ –Y. K. Karaosmanoğlu. 2) kendi yanına çekmek, sempatisini kazanmak: ‘İlk tanıştığımız günden beri bana karşı gösterdiği yakınlıkla gönlümü çelmiş bulunmaktaydı.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
gönlünü düşürmek
âşık olmak, sevdalanmak: ‘Biraz aklı olsa bizim Rabia’ya gönül düşürür mü?’ –H. R. Gürpınar.
gönlünü eğlemek
mutlu, neşeli vakit geçirmek: ‘Ne güzel yayla da şu bizim yayla / Çık soğuk su başına da gönlünü eğle’ –Halk türküsü.
gönlünü kaptırmak
âşık olmak: ‘Kız kaptırdı gönlünü / Sevdiği kalpsizin biri’ –B. Necatigil.
gönlünü karartmak
yaşamaya karşı sevgi ve isteğini azaltmak: ‘Tabiatın bu eşsiz güzellikleri karşısında o birtakım gevezeliklerle benim kafamı ağrıtacak, gönlümü karartacak değil.’ –O. C. Kaygılı.
gönlünü pazara çıkarmak
sevmek için kendine yakışanı seçmeyip rastgele birini sevmek.
gönlünü serin tutmak
sakin, soğukkanlı olmak, hemen heyecanlanmamak.
gönlünü söndürmek
küstürmek, kırmak, incitmek: ‘Kalpsiz bir güzelliğin, fakir teyze kızlarının hayatını kırmaktan, gönlünü söndürmekten başka neye faydası var ki!’ –R. N. Güntekin.
gönlünü yaralamak
incitmek, kırmak, üzmek: ‘Onun gönlünü yaralayarak bir latife ederlerse hemen kaçıyor, sokulmuyor.’ –M. Ş. Esendal.
gönlünün dümeni bozuk
tkz. isteklerinde, özellikle gönül işlerinde tutarlılık göstermeyen, sık sık istek değiştiren.
gönül (gönlünü) almak
1) sevindirmek; 2) kırılan bir kimseyi güzel bir davranışla hoşnut etmek: ‘Bu oğlanı amcama itmek doğru değil, bir ara gönlünü almalı.’ –A. Ümit.
gönül açmak
insanın iç sıkıntısını gidermek, iç açmak.
gönül akıtmak
âşık olmak, sevmek.
gönül avlamak
huyunu suyunu yakından bilerek olumlu davranışta bulunmak, tavlamak: ‘İstanbul’un yetiştirdiği mizaçtan anlar, gönül avlamasını bilir dalkavuklardan biriydi.’ –A. Ş. Hisar.
gönül avutmak
hoşça vakit geçirmek: ‘Gözünü ve gönlünü avutmak için türlü hoppalıklar yapıyordu.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
gönül bağlamak
severek bağlanmak, içten sevmek, âşık olmak: ‘Gözlerin kızarmış, niye ağladın? / Bir başkasına mı gönül bağladın?’ –Y. Z. Ortaç.
gönül birliği etmek
duygusal anlamda tam bir uyum içinde olmak.
gönül bulandırmak
1) mide bulandırmak; 2) mec. kuşkulandırmak; 3) mec. rahatsız etmek: ‘Haberler iyi değil, rivayetler gönlümü bulandırıyor, sürgünmüş, göz hapsiymiş, estek köstek.’ –A. İlhan.
gönül çekmek
sevdalı olmak: ‘Henüz bu yaşta, zavallı çocuk gönül çekmek nedir, bir büyük adam gibi biliyor ve bir büyük adam gibi yarasının acısını kimseye sır vermeyerek taşıyor.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
gönül eğlendirmek
geçici bir ilgi ve sevgi göstererek hoşça vakit geçirmek: ‘O bizim arkadaşı oraya dilber Çingene kızları ile gönlünü eğlendirmeye gelmiş paralıca bir delikanlı sanıyordu.’ –O. C. Kaygılı.
gönül gezdirmek
hlk. seçmek için aklından birçok şey geçirmek.
gönül indirmek
kendisine yakıştıramadığı bir şeye razı olmak: ‘Oysa o oturmamıştı bile sofraya, bir fincan çay içmeye gönül indirmemişti.’ –İ. Aral.
gönül kırmak (yıkmak)
birini çok üzecek bir davranışta bulunmak, gücendirmek: ‘Osman Efendi iyi adamdı, kimsenin gönlünü kırmazdı.’ –İ. H. Baltacıoğlu.
gönül koymak
gücenmek, alınmak, darılmak.
gönül okşamak
birini hoş bir söz veya davranışla sevindirmek, iltifat etmek.
gönül rızası ile
isteyerek.
gönül vermek
1) sevmek, âşık olmak: ‘1934’te yepyeni bir Türkçeye gönül vermiş olan Atatürk, sonraki üç dört yıl içinde, daha ılımlı bir dil devrimine yönelmiş olabilir mi?’ –T. Halman. 2) bir şeyi sevmeye, istemeye veya yapmaya içten yönelmek, eğinmek, meyletmek: ‘Atölyelerde bu işe gönül veren idealist öğretmenler ders vermekteydi.’ –C. Uçuk. 3) düşkün olmak: ‘Cevizli tel kadayıfına gönül verene de rastlanıyor.’ –S. F. Abasıyanık.
gönül yakmak
1) insanı aşırı derecede etkilemek, sarsmak, kendinden geçmesine yol açmak: ‘Bu sesler, o zamanki hayat zevklerinin iç bayıltıcı bir içkisi gibi gönlümüzü yakarak ta derinliklerimize kadar nüfuz etmesini bilirdi.’ –A. Ş. Hisar. 2) aşk dolayısıyla iç yangınına tutulmak.
gönül yıkmak
birini çok üzecek bir davranışta bulunmak, gücendirmek, gönül kırmak.
gönülden ırak olmak
sevilmekten yoksun kalmak, sevilmemek.
gör (görürsün)
‘işin sonucunu anla, anlarsın’ anlamında kullanılan bir tehdit sözü: ‘Birini çağırıp o güvercinleri vereyim de sen de gör.’ –M. Ş. Esendal.
gör bak
‘görürsün, göreceksin’ anlamında kullanılan bir söz.
göresi (göreceği) gelmek
görmek isteğini duymak, özlemle görmek istemek, özlemek: ‘Geçmiş günlere hasret çekmiyorum. Çocukluğumu göresim gelmedi.’ –N. Hikmet.
görev almak
bir görevde bulunmak, bir görevi üstlenmek: ‘Hâkimler ve savcılar kanunda belirtilenlerden başka resmî ve özel hiçbir görev alamazlar.’ –Anayasa.
görev bilmek (saymak, addetmek)
görev olarak üzerine almak, sorumluluk üstlenmek: ‘Umutlu da olsam umutsuz da olsam görev bildiğim işi yerine getiririm.’ –M. C. Anday.
