Deyimler ve Deyimlerin Anlamları

11209 Sonuç bulundu.

fırsat düşmek (çıkmak)

bir imkâna kavuşmak: ‘Evet mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lazımdı.’ –Ö. Seyfettin.

fırsat her vakit ele geçmez

‘fırsat insanın eline çok seyrek geçtiği için çıkan fırsat iyi değerlendirilmelidir’ anlamında kullanılan bir söz.

fırsat kollamak (gözlemek)

yapmak istediği iş için uygun bir zaman veya bir durum beklemek: ‘Sonra fırsat kollamasını biliyordu ve tekme yapıştıracak, çelme takacak zamanı içgüdülerin şaşmazlığıyla seçiyordu.’ –T. Buğra.

fırsat sakal altından geçer

‘fırsatı yakalayabilmek için uygun zamanı kollamak gerekir’ anlamında kullanılan bir söz.

fırsat vermek

bir işi yapmak için uygun, elverişli şartı sağlamak: ‘Bu çeşit yazılara cevap vermek hasma fırsat vermek olur.’ –B. Felek.

fırsatı ganimet bilmek

çıkan fırsattan en iyi biçimde yararlanmak: ‘Fırsatı ganimet bilen İbrahim Ağa, soluğu doğru Eminönü’nde aldı.’ –H. R. Gürpınar.

fırsatı kaçırmak

elverişli durumdan yararlanmamak: ‘Fırsatı kaçırmadım, hakkında malumat topladım.’ –R. H. Karay.

fırsatını düşürmek

kolayını bulmak.

fırsattan istifade etmek

ele geçirilen imkân veya durumdan en iyi biçimde yararlanmak.

fırtına atlatmak

güç durumdan kurtulmak: ‘Ne sen gideceksin ne de ben. Böyle kaç fırtına atlattık biz.’ –A. Kulin.

fırtına çıkmak

sert rüzgâr esmeye başlamak.

fırtına gibi

1) hızla, birdenbire: Fırtına gibi geldi gitti. 2) aceleci: Fırtına gibi adam.

fırtına kopmak (patlamak)

1) şiddetli fırtına çıkmak: ‘Fırtına kopmadan epey önce köpek balıkları açık denizlere kaçarlar.’ –Halikarnas Balıkçısı. 2) mec. bir yerde kavga ve gürültü çıkmak.

fıstık gibi

tkz. 1) dolgun, besili ve canlı; 2) mec. çok güzel; 3) argo alımlı, çekici (kadın).

fıstıki makamla

ağır ağır, yavaş yavaş: ‘Akşam serinliğinde fıstıki makamla Sarıyer’in yolunu tuttum.’ –O. C. Kaygılı.

fıtık etmek

sıkıntı vermek, üzmek: ‘Aklından, fıtık etti ha, cevap olumsuz herhâlde ama insan bir söyleyiverir, diye geçmekteydi.’ –Ü. Dökmen.

fıtık olmak

büyük sıkıntı duymak, kahrolmak, çaresiz kalmak.

flört etmek

karşı cinsten biriyle duygusal ilişki kurmak, çıkmak: ‘Bir delikanlıyla flört edince hemen adınız dolaşmaya başlardı ortalıkta.’ –A. Ümit.

fol yok yumurta yok

bir konu ile ilgili ortada hiçbir belirti olmadığı hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşüldüğünde kullanılan bir söz: ‘Kız kardeşi ile Mahir daha ortada fol yok yumurta yokken gelin güveyi olmuşlar.’ –H. R. Gürpınar.

fön çekmek

aletle saçı kurutup biçim vererek taramak.

fonda etmek

demir atmak: ‘Bir iki geminin fonda ediş gürültüsünü duyan Çakır Ayşe, kıyıya seğirtti.’ –Halikarnas Balıkçısı.

fondip yapmak

bir solukta, bir dikişte içmek.

fora etmek

1) açmak, çözmek: ‘Diğeri ise yelkeni fora etti.’ –A. Midhat. 2) argo çıkarmak: ‘Arkadaşlar da derinliğine bir samimiyetle ceketlerini fora etmişler.’ –Ç. Altan. 3) argo bıçak, tabanca vb.ni çekip çıkarmak; 4) açmak, çıplak duruma getirmek: ‘Gözlerine sürme çeken, kolunu ve omzunu fora eden kız yani ben, kendime yabancı geliyordum.’ –H. E. Adıvar.

format atmak (çekmek)

biçimlendirmek.

formda olmak

gerekli güç ve yeteneklere sahip olmak: Güreşçilerimiz formda olmak zorundadır.

formdan düşmek

güç ve yeteneği yitirmek.

formül bulmak

bir işi çözümleyecek çıkar yol bulmak, çözüm bulmak: ‘O, bu nazik duruma karşı bir formül bulmuştu.’ –R. N. Güntekin.

formunu korumak

1) gerekli güç ve yeteneği bozmadan sürdürmek; 2) diri ve canlı görünmek.

forsu olmak

bir konuda saygınlığı, gücü, söz geçirirliği bulunmak.

forsunu yitirmek (kaybetmek)

etkinliğini ve saygınlığını kaybetmek.

fos çıkmak

bir işin sonu gelmemek, boş çıkmak.

fotoğraf çekmek

fotoğraf makinesiyle görüntü tespit etmek.

fotoğrafını almak

fotoğraf makinesiyle görüntüsünü tespit etmek.

foyası meydana (ortaya) çıkmak

bir olay dolayısıyla bir kimsenin kötü niteliği ortaya çıkmak: ‘Utanmazlık siyasetinin veya utanmaz siyasinin önünde sonunda foyası meydana çıkar.’ –B. Felek.

foyasını belli etmek

göz boyacılığı, suçu, kötü niteliği veya gizli niyeti ortaya çıkmak: ‘İnsana güzel gibi gelen, foyasını ancak gözle görülür şeklin içinde belli eden bir âlemdedirler.’ –S. F. Abasıyanık.

Fransız kalmak

1) anlatılan bir konuyu anlayamamak; 2) herhangi bir konudan uzak kalmak.

fren yapmak

freni kullanarak taşıtın hızını kesmek veya taşıtı durdurmak.

freni patlamak (tutmamak)

1) fren, görevini yapmamak; 2) mec. bir iş denetimden çıkmak.

frikik vermek

argo göğüs, bacak gibi vücudun belirli bölümlerini, bilerek veya bilmeyerek gereğinden fazla açarak göstermek.

frikik yakalamak

argo bilerek veya bilmeyerek gereğinden fazla açılmış olan göğüs, bacak gibi vücudun belirli bölümlerini görmek.

fücceten gitmek

ansızın ölmek.

fülsüahmere muhtaç olmak

çok fakir, düşkün, zavallı olmak.

fütur etmemek

umursamamak, önemsememek: ‘El âlem huzurunda fütur etmeden akıllarına estiği zaman gelir, iki tek atarlar.’ –S. F. Abasıyanık.

fütur getirmek

bezginlik getirmek, bezmek.

gadre uğramak

haksız davranışlarla karşı karşıya gelmek: ‘Önce kendini gadre uğramış sanan Nahit rolünü öğrenince utandı.’ –T. Buğra.

gaf yapmak

bilmeden yersiz bir davranışta bulunmak veya başkasını incitecek söz söylemek, pot kırmak, çam devirmek.

gafil avlanmak

beklenmedik bir sırada yakalanmak, habersiz ve hazırlıksız bir anda bir olayla karşılaşmak, zor duruma düşürülmek: ‘Atatürk bizden ayrılınca öbür sınıflara da girmiş. Fakat onlar bizim gibi önceden hazırlanmadıklarından gafil avlanmışlar.’ –H. Taner.

gaflet basmak

1) dalgın, dikkatsiz bir durumda bulunmak; 2) uykusu gelmek.

gaflet uykusuna dalmak (yatmak)

1) dalgınlıktan ileri gelen uyuşukluk içinde olmak; 2) idraksizlik, bilgisizlik, aymazlık içinde olmak.

gaflet uykusundan uyandırmak

bilgisizlikten, idraksizlikten kurtarmak: ‘Sanki Orhan Veli’nin okuyucuyu gaflet uykusundan uyandırmak için yazdığı mısra rakı şişesinin içindeymiş gibi.’ –S. F. Abasıyanık.

gaflete düşmek

gaflet içinde kalmak.

gagasından yakalamak

bir kimseyi karşı koyamayacak duruma getirmek.

gaipten haber vermek

kendisinde manevi güç olduğuna inanılan kimse, gelecekte neler olacağından veya bilinmeyen âlemden haber vermek.

galebe çalmak

1) yenmek: ‘Kocanın münasebeti her türlü cazibesini kaybettiği gün rakibine galebe çaldığına emin olabilirsin.’ –H. C. Yalçın. 2) üstün gelmek, baskın çıkmak: ‘Kadıncağızın gönlü gence kayıyordu. Fakat neticede akıl ve mantık tarafı galebe çaldı.’ –R. N. Güntekin.

galeyana gelmek

coşmak, hiddetlenmek: ‘Bir an çalgılar sustu, herkes şaşırmıştı, kimse padişahın birdenbire galeyana gelmesinin sebebini bilmiyordu.’ –F. F. Tülbentçi.

galeyana getirmek

coşturmak: ‘Nağmeler ve hanende sesleri, uslu ve evcimen halkı heyecana ve galeyana getiriyordu.’ –A. Ş. Hisar.

galip gelmek

yenmek, üstün gelmek.

galop yapmak

at yarışında veya hazırlık çalışmasında iyi bir derece elde etmek.

gam çekmek

tasalanmak, kaygılanmak, üzülmek: ‘Gam çekme güzel, nasılsa baharın sonu yazdır.’ –F. N. Çamlıbel.

gam yapmak

gam biçiminde deneme ve alıştırmayı çalgı veya sesle uygulamak.

gam yememek

tasa etmemek, kaygılanmamak, üzülmemek: ‘Şu anda bile ölsem gam yemem.’ –H. Taner.

garanti altına almak

güvence altına almak: ‘Ondan sonra da, zavallı kuzunun artakalan birkaç kemiğini garanti altına aldılar.’ –N. F. Kısakürek.

garanti vermek

güvence altına almak: ‘Bu konuda size bütün ciddiyetimle garanti verebilirim.’ –M. Yesari.

garaz bağlamak

birine karşı kin beslemek: ‘Bana garaz bağladığını seziyorum.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.

gardını almak

1) savunma durumuna geçmek; 2) mec. önceden önlemini almak.

gargaraya getirmek

1) gürültüye, karışıklığa boğarak bir sözün veya bir işin etkisini azaltmak, dağıtmak, dikkatten kaçırmak; 2) kandırmak, aldatmak.

garibine gitmek

yadırgamak, şaşırmak: ‘Frankfurt caddelerinde en çok garibime giden insan, dilencisi olmuştur.’ –A. Haşim.

garip bulmak

yadırgamak, tuhaf ve anlaşılmaz olarak nitelemek: ‘Sizin gibi modern bir sosyete adamının böyle düşünmesini garip buluyorum.’ –M. Yesari.

gark olmak

1) gömülmek, batmak: ‘Toprağa gark olmuş nazik tenleri / Söylemekten kalmış tatlı dilleri’ –Yunus Emre. 2) mec. boğulmak: Paraya gark oldu.

gâvur inadı tutmak

iyiden iyiye inatlaşmaya başlamak.

gâvur olmak

1) Müslüman olmamak; 2) dinsiz olmak; 3) mec. boşuna harcanmak: Aldığım, bu şeylerle, beş bin lira gâvur oldu.

gâvur ölüsü gibi

çok ağır ve hantal: ‘Gâvur ölüsü gibi yemek masası, ona benzer büfe, kasvetli.’ –E. Işınsu.

gâvura kızıp oruç yemek (bozmak)

başkasına kızıp kendine zararlı olan bir iş yapmak.

gaybubet etmek

göz önünde bulunmamak.

gayret dayıya düştü

‘iş, onu başarabilecek olana kaldı’ anlamında kullanılan bir söz: Gayret dayıya düştü, bu işe sen el atmazsan olmayacak.

gayret göstermek

çaba harcamak, başarmak için çalışmak: ‘Azar azar fakat ısrarlı bir gayret göstermeye başladı.’ –P. Safa.

gayret vermek

isteklendirmek, özendirmek, yüreklendirmek.

gayrete gelmek

bir işi yapmaya veya bitirmeye özenmek; canlanmak: ‘Ekmeğini zeytinyağına banıp öyle lezzetli bir yiyişi vardı ki ben de gayrete gelmiştim onunla.’ –Y. Z. Ortaç.

gayretine dokunmak

bir işi yapamayacağını ileri sürenlere kızarak veya kendisinin yapması beklenen işi başkasının yapmasından utanç duyarak başarmaya çalışmak.

gaz vermek

1) motorlu taşıtlarda gaz pedalına basmak; 2) mec. dolduruşa getirmek; 3) mec. coşturmak.

gaza basmak (dayanmak)

1) harekete geçirmek veya hızını artırmak için motorlu taşıtın gaz pedalına basmak; 2) mec. bir işi hızlandırmak.

gaza gelmek

dolduruşa gelmek.

gaza yüklenmek

harekete geçirmek veya hızını artırmak için motorlu taşıtın gaz pedalına çokça basmak.

gazaba gelmek

öfkelenmek, kızmak: ‘Sert kelimeler kullandı, köpürdü, gazaba geldi.’ –P. Safa.

gazaba uğramak

güçlü bir kimsenin hışmına uğramak.

gazabını yenmek

öfkesini, şiddetini göstermemek veya bastırmak.

gazel okumak

1) gazel söylemek: ‘Karagözcünün makamlar arası dolaşması, şarkı ve gazel okuması lazımdı.’ –S. Ayverdi. 2) mec. oyalamak veya kandırmak üzere boş sözler söylemek.

gazel tutturmak

yüksek sesle şarkı veya türkü söylemek: ‘Sonra makinelerin gemiyi sarsan temposuna uyarak yanık bir gazel tuttururdu.’ –H. Taner.

gebe kalmak

1) insan veya hayvanın karnında yavru oluşmak: ‘Kırk dört yaşında gebe kalan bir kadın böyle bir sabırsızlığa kapılabilir.’ –Y. Atılgan. 2) mec. minnet altında kalmak.

geberip gitmek

istenmedik bir biçimde ve beklenmedik bir zamanda ölmek: ‘En ufak sarsıntıda damlarınız kafanıza yıkılıyor, çoluk çocuk geberip gidiyorsunuz.’ –A. Kulin.

geç kalmak

vaktinden sonra davranmak, gecikmek.

geç! (geç efendim!)

‘kulak asma, önem verme!’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Biz ev yaptırdık ama sen bize bakma; bizim paramız vardı. Geç efendim geç; bu işler sizin gibilerin harcı değil.’ –N. Kurşunlu.

gece gündüz dememek

1) vaktin uygun olup olmadığına bakmamak, vakit seçmemek; 2) bir işi sürekli olarak, ara vermeksizin yapmak: ‘Gece gündüz demez ha bire okurlardı. Sonra başlarlardı yazmaya.’ –A. Ümit.

gece silahlı, gündüz külahlı

‘ gerçekte iyi olmadığı hâlde iyi gibi görünen kimseler için kullanılan bir söz’ anlamında kullanılan bir söz.

gecekondu gibi

derme çatma yapılan (yapı).

geceyi (gecesini) gündüze (gündüzüne) katmak

aralıksız, gece gündüz çalışmak, büyük çaba göstermek: ‘Başaramayacağı kadar çok işlerin altına girmekten çekinmedi, geceyi gündüze katıp çalışmaya başladı.’ –M. Ş. Esendal. ‘Köycülük kollarında gecemi gündüzüme kattım.’ –Y. Z. Ortaç.

geçimini doğrultmak

geçinmek için yeteri kadar para kazanmak: ‘Biri elbise askısı yapıyor, diğeri de yapılanları satıyor, böylece geçimlerini doğrultuyorlardı.’ –S. Ayverdi.

geçinip gitmek

çok iyi değilse de şöyle böyle geçinmek: ‘Sözün tam anlamıyla bu sayede geçinip gidiyordu.’ –M. Mungan.

geçiniz

1) ‘bu söylediklerinizi kabul etmiyorum, daha mantıklı sözler söyleyin’ anlamında kullanılan bir söz; 2) bilgi yarışmalarında kendisinden sonraki yarışmacıya geçilmesini istemek için veya bir sonraki soruya geçmek için söylenen bir söz.

geçinmeye gönlü olmamak

herhangi bir konuda isteksizliğini belli etmek.

Sayfa 45 / 113

 

 

Filtreleme Seçenekleri
Field not found.
Ana Menü