fırsat düşmek (çıkmak)
bir imkâna kavuşmak: ‘Evet mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lazımdı.’ –Ö. Seyfettin.
fırsat her vakit ele geçmez
‘fırsat insanın eline çok seyrek geçtiği için çıkan fırsat iyi değerlendirilmelidir’ anlamında kullanılan bir söz.
fırsat kollamak (gözlemek)
yapmak istediği iş için uygun bir zaman veya bir durum beklemek: ‘Sonra fırsat kollamasını biliyordu ve tekme yapıştıracak, çelme takacak zamanı içgüdülerin şaşmazlığıyla seçiyordu.’ –T. Buğra.
fırsat sakal altından geçer
‘fırsatı yakalayabilmek için uygun zamanı kollamak gerekir’ anlamında kullanılan bir söz.
fırsat vermek
bir işi yapmak için uygun, elverişli şartı sağlamak: ‘Bu çeşit yazılara cevap vermek hasma fırsat vermek olur.’ –B. Felek.
fırsatı ganimet bilmek
çıkan fırsattan en iyi biçimde yararlanmak: ‘Fırsatı ganimet bilen İbrahim Ağa, soluğu doğru Eminönü’nde aldı.’ –H. R. Gürpınar.
fırsatı kaçırmak
elverişli durumdan yararlanmamak: ‘Fırsatı kaçırmadım, hakkında malumat topladım.’ –R. H. Karay.
fırsatını düşürmek
kolayını bulmak.
fırsattan istifade etmek
ele geçirilen imkân veya durumdan en iyi biçimde yararlanmak.
fırtına atlatmak
güç durumdan kurtulmak: ‘Ne sen gideceksin ne de ben. Böyle kaç fırtına atlattık biz.’ –A. Kulin.
fırtına çıkmak
sert rüzgâr esmeye başlamak.
fırtına gibi
1) hızla, birdenbire: Fırtına gibi geldi gitti. 2) aceleci: Fırtına gibi adam.
fırtına kopmak (patlamak)
1) şiddetli fırtına çıkmak: ‘Fırtına kopmadan epey önce köpek balıkları açık denizlere kaçarlar.’ –Halikarnas Balıkçısı. 2) mec. bir yerde kavga ve gürültü çıkmak.
fıstık gibi
tkz. 1) dolgun, besili ve canlı; 2) mec. çok güzel; 3) argo alımlı, çekici (kadın).
fıstıki makamla
ağır ağır, yavaş yavaş: ‘Akşam serinliğinde fıstıki makamla Sarıyer’in yolunu tuttum.’ –O. C. Kaygılı.
fıtık etmek
sıkıntı vermek, üzmek: ‘Aklından, fıtık etti ha, cevap olumsuz herhâlde ama insan bir söyleyiverir, diye geçmekteydi.’ –Ü. Dökmen.
fıtık olmak
büyük sıkıntı duymak, kahrolmak, çaresiz kalmak.
flört etmek
karşı cinsten biriyle duygusal ilişki kurmak, çıkmak: ‘Bir delikanlıyla flört edince hemen adınız dolaşmaya başlardı ortalıkta.’ –A. Ümit.
fol yok yumurta yok
bir konu ile ilgili ortada hiçbir belirti olmadığı hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşüldüğünde kullanılan bir söz: ‘Kız kardeşi ile Mahir daha ortada fol yok yumurta yokken gelin güveyi olmuşlar.’ –H. R. Gürpınar.
fön çekmek
aletle saçı kurutup biçim vererek taramak.
fonda etmek
demir atmak: ‘Bir iki geminin fonda ediş gürültüsünü duyan Çakır Ayşe, kıyıya seğirtti.’ –Halikarnas Balıkçısı.
fondip yapmak
bir solukta, bir dikişte içmek.
fora etmek
1) açmak, çözmek: ‘Diğeri ise yelkeni fora etti.’ –A. Midhat. 2) argo çıkarmak: ‘Arkadaşlar da derinliğine bir samimiyetle ceketlerini fora etmişler.’ –Ç. Altan. 3) argo bıçak, tabanca vb.ni çekip çıkarmak; 4) açmak, çıplak duruma getirmek: ‘Gözlerine sürme çeken, kolunu ve omzunu fora eden kız yani ben, kendime yabancı geliyordum.’ –H. E. Adıvar.
format atmak (çekmek)
biçimlendirmek.
formda olmak
gerekli güç ve yeteneklere sahip olmak: Güreşçilerimiz formda olmak zorundadır.
formdan düşmek
güç ve yeteneği yitirmek.
formül bulmak
bir işi çözümleyecek çıkar yol bulmak, çözüm bulmak: ‘O, bu nazik duruma karşı bir formül bulmuştu.’ –R. N. Güntekin.
formunu korumak
1) gerekli güç ve yeteneği bozmadan sürdürmek; 2) diri ve canlı görünmek.
forsu olmak
bir konuda saygınlığı, gücü, söz geçirirliği bulunmak.
forsunu yitirmek (kaybetmek)
etkinliğini ve saygınlığını kaybetmek.
fos çıkmak
bir işin sonu gelmemek, boş çıkmak.
fotoğraf çekmek
fotoğraf makinesiyle görüntü tespit etmek.
fotoğrafını almak
fotoğraf makinesiyle görüntüsünü tespit etmek.
foyası meydana (ortaya) çıkmak
bir olay dolayısıyla bir kimsenin kötü niteliği ortaya çıkmak: ‘Utanmazlık siyasetinin veya utanmaz siyasinin önünde sonunda foyası meydana çıkar.’ –B. Felek.
foyasını belli etmek
göz boyacılığı, suçu, kötü niteliği veya gizli niyeti ortaya çıkmak: ‘İnsana güzel gibi gelen, foyasını ancak gözle görülür şeklin içinde belli eden bir âlemdedirler.’ –S. F. Abasıyanık.
Fransız kalmak
1) anlatılan bir konuyu anlayamamak; 2) herhangi bir konudan uzak kalmak.
fren yapmak
freni kullanarak taşıtın hızını kesmek veya taşıtı durdurmak.
freni patlamak (tutmamak)
1) fren, görevini yapmamak; 2) mec. bir iş denetimden çıkmak.
frikik vermek
argo göğüs, bacak gibi vücudun belirli bölümlerini, bilerek veya bilmeyerek gereğinden fazla açarak göstermek.
frikik yakalamak
argo bilerek veya bilmeyerek gereğinden fazla açılmış olan göğüs, bacak gibi vücudun belirli bölümlerini görmek.
fücceten gitmek
ansızın ölmek.
fülsüahmere muhtaç olmak
çok fakir, düşkün, zavallı olmak.
fütur etmemek
umursamamak, önemsememek: ‘El âlem huzurunda fütur etmeden akıllarına estiği zaman gelir, iki tek atarlar.’ –S. F. Abasıyanık.
fütur getirmek
bezginlik getirmek, bezmek.
gadre uğramak
haksız davranışlarla karşı karşıya gelmek: ‘Önce kendini gadre uğramış sanan Nahit rolünü öğrenince utandı.’ –T. Buğra.
gaf yapmak
bilmeden yersiz bir davranışta bulunmak veya başkasını incitecek söz söylemek, pot kırmak, çam devirmek.
gafil avlanmak
beklenmedik bir sırada yakalanmak, habersiz ve hazırlıksız bir anda bir olayla karşılaşmak, zor duruma düşürülmek: ‘Atatürk bizden ayrılınca öbür sınıflara da girmiş. Fakat onlar bizim gibi önceden hazırlanmadıklarından gafil avlanmışlar.’ –H. Taner.
gaflet basmak
1) dalgın, dikkatsiz bir durumda bulunmak; 2) uykusu gelmek.
gaflet uykusuna dalmak (yatmak)
1) dalgınlıktan ileri gelen uyuşukluk içinde olmak; 2) idraksizlik, bilgisizlik, aymazlık içinde olmak.
gaflet uykusundan uyandırmak
bilgisizlikten, idraksizlikten kurtarmak: ‘Sanki Orhan Veli’nin okuyucuyu gaflet uykusundan uyandırmak için yazdığı mısra rakı şişesinin içindeymiş gibi.’ –S. F. Abasıyanık.
gaflete düşmek
gaflet içinde kalmak.
gagasından yakalamak
bir kimseyi karşı koyamayacak duruma getirmek.
gaipten haber vermek
kendisinde manevi güç olduğuna inanılan kimse, gelecekte neler olacağından veya bilinmeyen âlemden haber vermek.
galebe çalmak
1) yenmek: ‘Kocanın münasebeti her türlü cazibesini kaybettiği gün rakibine galebe çaldığına emin olabilirsin.’ –H. C. Yalçın. 2) üstün gelmek, baskın çıkmak: ‘Kadıncağızın gönlü gence kayıyordu. Fakat neticede akıl ve mantık tarafı galebe çaldı.’ –R. N. Güntekin.
galeyana gelmek
coşmak, hiddetlenmek: ‘Bir an çalgılar sustu, herkes şaşırmıştı, kimse padişahın birdenbire galeyana gelmesinin sebebini bilmiyordu.’ –F. F. Tülbentçi.
galeyana getirmek
coşturmak: ‘Nağmeler ve hanende sesleri, uslu ve evcimen halkı heyecana ve galeyana getiriyordu.’ –A. Ş. Hisar.
galip gelmek
yenmek, üstün gelmek.
galop yapmak
at yarışında veya hazırlık çalışmasında iyi bir derece elde etmek.
gam çekmek
tasalanmak, kaygılanmak, üzülmek: ‘Gam çekme güzel, nasılsa baharın sonu yazdır.’ –F. N. Çamlıbel.
gam yapmak
gam biçiminde deneme ve alıştırmayı çalgı veya sesle uygulamak.
gam yememek
tasa etmemek, kaygılanmamak, üzülmemek: ‘Şu anda bile ölsem gam yemem.’ –H. Taner.
garanti altına almak
güvence altına almak: ‘Ondan sonra da, zavallı kuzunun artakalan birkaç kemiğini garanti altına aldılar.’ –N. F. Kısakürek.
garanti vermek
güvence altına almak: ‘Bu konuda size bütün ciddiyetimle garanti verebilirim.’ –M. Yesari.
garaz bağlamak
birine karşı kin beslemek: ‘Bana garaz bağladığını seziyorum.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
gardını almak
1) savunma durumuna geçmek; 2) mec. önceden önlemini almak.
gargaraya getirmek
1) gürültüye, karışıklığa boğarak bir sözün veya bir işin etkisini azaltmak, dağıtmak, dikkatten kaçırmak; 2) kandırmak, aldatmak.
garibine gitmek
yadırgamak, şaşırmak: ‘Frankfurt caddelerinde en çok garibime giden insan, dilencisi olmuştur.’ –A. Haşim.
garip bulmak
yadırgamak, tuhaf ve anlaşılmaz olarak nitelemek: ‘Sizin gibi modern bir sosyete adamının böyle düşünmesini garip buluyorum.’ –M. Yesari.
gark olmak
1) gömülmek, batmak: ‘Toprağa gark olmuş nazik tenleri / Söylemekten kalmış tatlı dilleri’ –Yunus Emre. 2) mec. boğulmak: Paraya gark oldu.
gâvur inadı tutmak
iyiden iyiye inatlaşmaya başlamak.
gâvur olmak
1) Müslüman olmamak; 2) dinsiz olmak; 3) mec. boşuna harcanmak: Aldığım, bu şeylerle, beş bin lira gâvur oldu.
gâvur ölüsü gibi
çok ağır ve hantal: ‘Gâvur ölüsü gibi yemek masası, ona benzer büfe, kasvetli.’ –E. Işınsu.
gâvura kızıp oruç yemek (bozmak)
başkasına kızıp kendine zararlı olan bir iş yapmak.
gaybubet etmek
göz önünde bulunmamak.
gayret dayıya düştü
‘iş, onu başarabilecek olana kaldı’ anlamında kullanılan bir söz: Gayret dayıya düştü, bu işe sen el atmazsan olmayacak.
gayret göstermek
çaba harcamak, başarmak için çalışmak: ‘Azar azar fakat ısrarlı bir gayret göstermeye başladı.’ –P. Safa.
gayret vermek
isteklendirmek, özendirmek, yüreklendirmek.
gayrete gelmek
bir işi yapmaya veya bitirmeye özenmek; canlanmak: ‘Ekmeğini zeytinyağına banıp öyle lezzetli bir yiyişi vardı ki ben de gayrete gelmiştim onunla.’ –Y. Z. Ortaç.
gayretine dokunmak
bir işi yapamayacağını ileri sürenlere kızarak veya kendisinin yapması beklenen işi başkasının yapmasından utanç duyarak başarmaya çalışmak.
gaz vermek
1) motorlu taşıtlarda gaz pedalına basmak; 2) mec. dolduruşa getirmek; 3) mec. coşturmak.
gaza basmak (dayanmak)
1) harekete geçirmek veya hızını artırmak için motorlu taşıtın gaz pedalına basmak; 2) mec. bir işi hızlandırmak.
gaza gelmek
dolduruşa gelmek.
gaza yüklenmek
harekete geçirmek veya hızını artırmak için motorlu taşıtın gaz pedalına çokça basmak.
gazaba gelmek
öfkelenmek, kızmak: ‘Sert kelimeler kullandı, köpürdü, gazaba geldi.’ –P. Safa.
gazaba uğramak
güçlü bir kimsenin hışmına uğramak.
gazabını yenmek
öfkesini, şiddetini göstermemek veya bastırmak.
gazel okumak
1) gazel söylemek: ‘Karagözcünün makamlar arası dolaşması, şarkı ve gazel okuması lazımdı.’ –S. Ayverdi. 2) mec. oyalamak veya kandırmak üzere boş sözler söylemek.
gazel tutturmak
yüksek sesle şarkı veya türkü söylemek: ‘Sonra makinelerin gemiyi sarsan temposuna uyarak yanık bir gazel tuttururdu.’ –H. Taner.
gebe kalmak
1) insan veya hayvanın karnında yavru oluşmak: ‘Kırk dört yaşında gebe kalan bir kadın böyle bir sabırsızlığa kapılabilir.’ –Y. Atılgan. 2) mec. minnet altında kalmak.
geberip gitmek
istenmedik bir biçimde ve beklenmedik bir zamanda ölmek: ‘En ufak sarsıntıda damlarınız kafanıza yıkılıyor, çoluk çocuk geberip gidiyorsunuz.’ –A. Kulin.
geç kalmak
vaktinden sonra davranmak, gecikmek.
geç! (geç efendim!)
‘kulak asma, önem verme!’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Biz ev yaptırdık ama sen bize bakma; bizim paramız vardı. Geç efendim geç; bu işler sizin gibilerin harcı değil.’ –N. Kurşunlu.
gece gündüz dememek
1) vaktin uygun olup olmadığına bakmamak, vakit seçmemek; 2) bir işi sürekli olarak, ara vermeksizin yapmak: ‘Gece gündüz demez ha bire okurlardı. Sonra başlarlardı yazmaya.’ –A. Ümit.
gece silahlı, gündüz külahlı
‘ gerçekte iyi olmadığı hâlde iyi gibi görünen kimseler için kullanılan bir söz’ anlamında kullanılan bir söz.
gecekondu gibi
derme çatma yapılan (yapı).
geceyi (gecesini) gündüze (gündüzüne) katmak
aralıksız, gece gündüz çalışmak, büyük çaba göstermek: ‘Başaramayacağı kadar çok işlerin altına girmekten çekinmedi, geceyi gündüze katıp çalışmaya başladı.’ –M. Ş. Esendal. ‘Köycülük kollarında gecemi gündüzüme kattım.’ –Y. Z. Ortaç.
geçimini doğrultmak
geçinmek için yeteri kadar para kazanmak: ‘Biri elbise askısı yapıyor, diğeri de yapılanları satıyor, böylece geçimlerini doğrultuyorlardı.’ –S. Ayverdi.
geçinip gitmek
çok iyi değilse de şöyle böyle geçinmek: ‘Sözün tam anlamıyla bu sayede geçinip gidiyordu.’ –M. Mungan.
geçiniz
1) ‘bu söylediklerinizi kabul etmiyorum, daha mantıklı sözler söyleyin’ anlamında kullanılan bir söz; 2) bilgi yarışmalarında kendisinden sonraki yarışmacıya geçilmesini istemek için veya bir sonraki soruya geçmek için söylenen bir söz.
geçinmeye gönlü olmamak
herhangi bir konuda isteksizliğini belli etmek.
