felekten bir gün (gece) çalmak
güzel bir gün veya gece geçirmek.
felekten kâm almak
güzel vakit geçirmek, istediği gibi eğlenmek.
felsefe yapmak
1) olayların sebep ve sonuçları üzerine kendince soyut birtakım düşünceler ileri sürmek: ‘Sana su şehirlerinin felsefesini yaptım.’ –H. C. Yalçın. 2) bilgiçlik taslamak: ‘Saldırmak onun içgüdülerinden biridir ve yöntemi çekiçle felsefe yapmaktır.’ –S. Birsel.
fena bulmak
ölmek, yok olmak.
fena değil (sayılmaz)
oldukça iyi.
fena yapmak
kötü duruma düşürmek.
fenalık etmek
kötülük etmek, kötülükte bulunmak: ‘Bilmeyerek sütnineciğime ve kendime büyük bir fenalık etmiştim.’ –R. N. Güntekin.
fenalık geçirmek (gelmek veya çökmek)
kendini bilmeyecek veya bayılacak bir duruma gelmek: ‘Ben biraz fenalık geçirdim de eczaneden rica ettik.’ –B. Felek.
fenasına gitmek
üzülmek, gücenmek, kırılmak, sinirlenmek.
fenaya çekmek
söylenen bir sözü kötü tarafından anlamak.
fenaya sarmak
iş veya durum kötüye gitmek.
fener çekmek
1) elinde fenerle önden gitmek: ‘Fener çeken çocuk, herkese yolunu göstermek mecburiyetinde.’ –B. Felek. 2) mec. bir kalabalığa önderlik etmek.
feneri nerede söndürdün
şaka geç kalanlara takılmak için söylenen bir söz.
fenersiz yakalanmak
beklenmedik bir zamanda istenmeyen bir durumla karşılaşmak.
fennini almak (kapmak)
bir işin inceliklerini, püf noktalarını kavrayıp o alanda usta olduğunu göstermeye başlamak.
fent çevirmek
düzen, hile yapmak.
feragat etmek (göstermek)
hakkından vazgeçmek, el çekmek: ‘Beni çıkardığı tahtımdan arzumla feragat edeceğim.’ –R. H. Karay.
ferah tutmak
iç rahatlığını, huzurunu korumak: ‘Kendinizi ferah tutunuz. Canınızı hiçbir şeye sıkmayınız.’ –Ö. Seyfettin.
ferahlık duymak
içinin açıklığını, rahatlığını hissetmek: ‘Şimdi karşımda alevden bir duvar görüyor, içimde bir ferahlık duyar gibi oluyorum.’ –A. Ağaoğlu.
ferahlık vermek
iç açmak, rahatlık hissettirmek: ‘Yeni boyanıp temizlenmiş bir ev gibi havası ferahlık veriyordu.’ –R. H. Karay.
ferih fahur yaşamak
bağımsız, bağlantısız bir biçimde yaşamak: ‘Nesir kendini nazımdan ayırarak gazetelerde, kitaplarda, kürsülerde, mikrofonlarda ferih fahur yaşıyor.’ –O. V. Kanık.
feriştahı gelse
argo 1) ‘en güçlüsü, en yetkilisi, en üstünü olsa’ anlamında kullanılan bir söz; 2) ‘en iyisi olsa’ anlamında kullanılan bir söz.
ferman çıkarmak
1) padişah tarafından herhangi bir konuda emir verilmek; 2) yetkili bir kimse tarafından buyruk verilmek.
ferman dinlememek
yasa, kural, yol yöntem tanımamak.
ferman sizin
‘siz nasıl isterseniz öyle olsun’ anlamında kullanılan bir söz.
fertik çekmek (fertiği kırmak)
kaçmak: ‘Kampana vurup tren kalkacağı esnada ‘fertik!’ diye bağırırlardı ki ‘fertiği kırmak’ tabiri buradan kalmadır.’ –S. M. Alus.
feryadı basmak
çığlık koparmak, yüksek sesle haykırmaya başlamak: ‘Bu defa da, Sultanahmet’ten gelen efeler değilmiş de feryadı basanlar, onların gündüzki taşkınlığından yüz bulan eroincilermiş.’ –N. F. Kısakürek.
feryat etmek
1) yüksek sesle haykırmak: ‘İnsan tehlike karşısında ancak ana diliyle feryat edebiliyor.’ –N. Hikmet. 2) mec. büyük bir yokluk, zarar ve sıkıntı içinde bulunmak: İstanbul, susuzluktan feryat ediyor.
feryat koparmak
yüksek sesle bağırmak, haykırmak: ‘Pencereden kopardığım feryadı pek geç işittiler.’ –R. N. Güntekin.
ferz çıkarmak
acemi bir oyuncuya karşı vezirsiz oynamak.
ferz çıkmak
satrançta piyon, karşıdaki en son kareye kadar sürülüp vezir olmak.
fesat çıkarmak (fesada vermek)
ara bozmak, ortalığı karıştırmaya çalışmak, insanları birbirine düşürecek işler yapmak.
fesat karıştırmak
hile yapmak: ‘… resmî ihale ve alım satımlara fesat karıştırma … suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar.’ –Anayasa.
fesini havaya atmak
sevinmek.
fetva çıkarmak
esk. belli bir konuda dinî hukuk kurallarına göre izin almak: ‘Şimdi müftüye gideceğim, fetva çıkarıp senden boşanacağım.’ –A. Gündüz.
fetva vermek
1) herhangi bir işlemin veya eylemin din kurallarına uygun olup olmadığı konusunda konuyla ilgili bilim adamlarınca açıklama yapılmak; 2) bir işin yapılabilmesi için yargıda bulunmak; 3) mec. gereksiz yere emir verir gibi konuşmak.
fetvayişerife çıkarmak
1) şeyhülislam fetvası ilan etmek; 2) mec. kendi kendine yorum getirmek: ‘Fetvayişerife mi çıkarıyorsun be?’ –H. Taner.
feveran etmek
birdenbire öfkelenmek, köpürmek, parlamak: ‘Beni dinlemeden öyle feveran etme … hiddetlenme!’ –E. E. Talu.
fevt etmek
yitirmek, elden kaçırmak.
fevt olmak
1) yitmek; 2) ölmek.
fidan gibi
ince ve uzun (boy): ‘Fidan gibi bir boy, yağız bir çehre, üst dudağında hafif bir gölge.’ –C. S. Tarancı.
figan etmek
bağırarak ağlamak, inlemek: ‘Emrah eder düştüm dile / Bülbül figan eder güle’ –Erzurumlu Emrah.
fiile koymak
eyleme geçirmek: ‘Dava insanın, ben daha çok işe yararım kanaatine varması ve bunu fiile koyabilmesidir.’ –B. Felek.
fikir edinmek
kanaat sahibi olmak: ‘Ama ben, bir kitap üzerine bir fikir edinmek istedim mi o kitabı kendim okurum.’ –N. Ataç.
fikir vermek
1) düşüncesini bildirmek: ‘Evet iyi bir şey değil fakat benim için bir fikir verir diye seçtim.’ –R. N. Güntekin. 2) bir konuda yol gösterici bilgi edinmek: ‘İşitilen sözler, görülen tavırlar, beğenilen düşünceler Şinasi Bey’e yeni fikirler vermeye başladı.’ –M. Ş. Esendal.
fikir yormak
bir konuda çok düşünmek.
fikir yürütmek
bir konu üzerine düşüncesini söylemek.
fil dişi kuleden bakmak
herkesi küçümseyip kendini farklı görmek.
fil dişi kuleye çekilmek
herkesi küçümseyip kendisine özgü dünyasına çekilmek: ‘Çöküşün ve çöküşten kaçışın, fil dişi kuleye çekilişin yarattığı isyanlar kitaplaşmamıştır.’ –S. İleri.
fil gibi
1) çok yemek yiyen (kimse); 2) çok şişman (kimse).
fildişi gibi
donuk, beyaz (ten).
filinta gibi
genç, ince uzun boylu, çevik, yakışıklı (kimse).
filiz gibi
ince ve güzel vücutlu.
filiz vermek
1) sürgün çıkmaya başlamak: ‘O sene ise buğday ekmişler, tam filiz verecekken Sakarya taşmış, yirmi gün çekilmemişti.’ –S. F. Abasıyanık. 2) mec. ortaya çıkmak: ‘Ama bu arada hiç akıllarda olmayan bir sıkıntı filiz vermişti.’ –A. Kulin.
film çekmek
1) sin. ve <İ>TVİ> bir sinema kamerasıyla görüntüleri tespit etmek veya bir hareket ve görünüşün sıralı resmini çekmek; 2) vücudun röntgenini almak.
film çevirmek
1) sin. ve <İ>TVİ> beyaz perdede oynatılacak bir eseri filme almak veya bu eserin çekilişi sırasında rol yapmak: ‘Sanki buraya film çevirmeye gelmişti.’ –S. F. Abasıyanık. 2) argo eğlenmek, hoş vakit geçirmek.
film oynamak
bir film, sinemada gösterilmekte olmak.
film oynatmak
bir filmi sinemada göstermek.
finale kalmak
şampiyonu belirleyecek son yarışmaya katılma hakkını kazanmak.
fincan gibi
iri ve patlak (göz).
fincancı katırlarını ürkütmek
zararı dokunabilecek bir kimsenin hoşuna gitmeyen bir davranışta bulunmak.
firar etmek
kaçmak.
fire vermek
eksilmek, azalmak: ‘Halk edebiyatı gibi, divan edebiyatı da çok fire verdi elbet.’ –B. Necatigil.
fiş açmak
bir işle ilgili konuda gereken bilgileri fiş üzerine yazmaya başlamak, fişlemek.
fişek atmak
1) ortalığı karıştıracak bir söz söylemek; 2) kaba cinsel birleşmede bulunmak.
fişek gibi
hızla.
fişek salıvermek
ara bozacak söz söylemek.
fişini çekmek
1) birine zarar vermek; 2) birini öldürmek; 3) yaşama dönme umudu olmayan hastayı, nefes alması, kalbinin atması gibi faaliyetlerini yerine getiren aletlerden ayırmak.
fişini tutmak
bir kimsenin davranışlarını fiş üzerinde belirlemek.
fiske fiske kabarmak (olmak)
kabarcıklar oluşmak: Yumurta yiyince çocuğun derisi fiske fiske kabardı.
fiske kondurmamak (dokundurmamak)
bir kimse veya nesneyi en küçük bir tehlikeden bile korumak, titizlikle savunmak.
fiskos etmek
başkalarının bulunduğu yerde birkaç kişi gizlice, alçak sesle konuşmak: ‘Düşüncelerimizi açık seçik ortaya koymak yerine fiskos etmeyi yeğleriz.’ –T. Uyar.
fit olmak
argo ödeşmek, razı olmak: ‘Kilosunun fiyatına bir fakir ailenin bir hafta fit olduğu çilekler ne çirkin şeylerdir.’ –S. F. Abasıyanık.
fitil gibi
çok sarhoş.
fitil olmak
1) çok kızmak; 2) argo sarhoş olmak.
fitne fesat çıkarmak
1) ara bozucu söz söylemek; 2) ara bozucu davranışta bulunmak.
fitne sokmak
ara bozmak, insanları birbirine katmak.
fiyaka satmak (sökmek)
argo gösteriş yapmak, caka yapmak, çalım satmak: ‘Okula gidiyor diye fiyaka söküyor bize.’ –O. Kemal.
fiyasko vermek
bir girişim başarısızlıkla sonuçlanmak.
fiyat ayarlamak
para değerindeki değişiklik ve başka ekonomik şartlar dolayısıyla fiyatları düzenlemek.
fiyat biçmek
bir değer için ödenecek para karşılığını belirlemek: Bu yazmaya ne fiyat biçersiniz?
fiyat kırmak
fiyatı düşürmek, fiyatı indirmek.
fiyat vermek
isteyeceği veya ödeyeceği fiyatı bildirmek: ‘Ne fena fena bakar, ne de olmayacak bir fiyat verdiğim zaman homurdanır.’ –S. F. Abasıyanık.
fiyatları dondurmak
fiyatların yükselmesini önlemek, fiyatların olduğu gibi kalmasını sağlamak.
fıçı gibi
kısa boylu ve çok şişman.
fıkır fıkır kaynamak
1) bir şeyden bir yerde çok bulunmak: Peynir tenekesinde fıkır fıkır kurt kaynıyor. 2) yerinde duramamak.
fındık kabuğunu doldurmaz
önemsiz, değersiz.
fındık kırmak
çapkınlık yapmak.
fındık kurdu gibi
ufak tefek, tombulca, sevimli.
fır dönmek
bir kimseye yaranmak veya yardım etmek için üstün çaba harcamak: Kızı, annesinin çevresinde fır dönüyor.
fırça çekmek (atmak)
paylamak.
fırça gibi
dik, sık ve sert (saç, sakal): ‘Fırça gibi sert, gür saçları kırlaşıyor.’ –M. Ş. Esendal.
fırça yemek
paylanmak.
fırıldak çevirmek (döndürmek)
isteğini elde etmek için hileli yollara başvurmak: ‘Anasının gözü kardeşi, işi gücü fırıldak çevirmek.’ –A. İlhan.
fırıldak gibi
düşüncesini sürekli değiştiren, sözünden dönen (kimse).
fırın gibi
çok sıcak (yer).
fırsat beklemek (aramak)
en uygun şartı, durumu veya zamanı kollamak.
fırsat bilmek
bir şeyden belli bir amaçla hemen yararlanmak: ‘Bazı kişiler üstüme varmak için fırsat kolluyorlar; yalnız eski kamyonlarla katırlardan söz açarsam olabilir ki fırsat bilirler.’ –A. Boysan.
fırsat bu fırsat
‘yararlanılacak en uygun zaman’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Fırsat bu fırsat deyip gelip görüyorlar, yiyip içiyorlar.’ –B. Felek.
fırsat bulmak
uygun, elverişli zaman bulmak: ‘Ben ve ablanız, fırsat buldukça size serbest ders vermeye geleceğiz.’ –N. F. Kısakürek.
