eyvallahı olmamak
kimseye gönül borcu, minneti olmamak.
eyyam görmek (sürmek)
iyi günler geçirmek, mutlu zamanlar yaşamak.
eyyam ola!
‘havanın iyi olmasını dilerim’ anlamında kullanılan bir söz.
ez de suyunu iç
değersiz, yararsız şeyler için kullanılan bir söz.
ezber bozmak
birinin sahip olduğu düşüncenin yanlış olduğunu göstermek.
ezber etmek
ezberleyerek akılda tutmak.
ezber okumak
bir metni veya sözü herhangi bir yere bakmadan bellekte kalan biçimiyle söylemek.
ezberden okumak
daha önceden belleğine aldığı için herhangi bir yere bakmadan söylemek.
ezberden yapmak
bir yere bakmadan bellekte kalan biçimiyle yapmak.
ezbere almak
dikkat etmeden satın almak.
ezbere anlatmak
okunan bir şeyi olduğu gibi, bozmadan anlatmak.
ezbere bilmek
1) bir yerin her yanını iyice bilmek: ‘Buraların altını ezbere bilirim, ezbere.’ –S. F. Abasıyanık. 2) bir şeyin bütün niteliklerini çok iyi öğrenmiş olmak: ‘Yolun neresi kayalık, neresi kumsal hep ezbere bilirdi.’ –Halikarnas Balıkçısı.
ezbere iş görmek
incelemeden gelişigüzel yapmak.
ezbere konuşmak
bilmeden, aslını arayıp sormadan konuşmak.
ezbere yapmak
1) ezberden yapmak; 2) model veya doğa karşısında durmayarak fikirden tasavvur ve tahayyül suretiyle resim yapmak.
ezberinde olmak
aklında tutmuş olmak: ‘En az yirmi şiiri ezberimdeydi.’ –N. Cumalı.
eziklik duymak
kendini mahcup hissetmek.
ezilip büzülmek
güç bir duruma düşüp davranışlarıyla utandığını belli etmek: ‘Etrafındakiler hanımefendiye karşı bir suç işlemiş gibi ezilip büzülüyorlar.’ –H. E. Adıvar.
ezilmeden yenilmek
başa baş bir karşılaşma çıkararak az farkla yenilmek.
ezip büzmek
ezip parçalayarak tamamen değiştirerek kullanılmaz veya anlaşılmaz duruma getirmek: ‘Bütün ecnebi kelimeleri ezip büzüp anlaşılmaz hâle getirip öyle kullanıyorlar.’ –B. R. Eyuboğlu.
eziyet çekmek
zahmet ve sıkıntıya uğramak.
eziyet etmek
zahmet ve sıkıntı vermek, canını yakmak: ‘Annesine eziyet ettiğine inandığı babasından fazla bahsetmek istemediğini sezdim.’ –A. Kabaklı.
eziyet vermek
zahmet çektirmek.
faaliyet göstermek
1) çalışmak; 2) işler durumda olmak, etkinlik göstermek: ‘Casusların en çok faaliyet gösterdikleri liman da burasıydı.’ –F. F. Tülbentçi.
faaliyete geçmek
1) çalışmaya başlamak, çalışır duruma geçmek, işlemeye başlamak; 2) işler duruma gelmek, etkin duruma gelmek: ‘Bir siyasi grup, başka cinsten bir faaliyete geçmiş görünüyordu.’ –R. N. Güntekin.
faaliyette bulunmak
çalışma içine girmek: ‘Sendikalar siyasi amaç güdemezler, siyasi faaliyette bulunamazlar.’ –Anayasa.
faaliyetten alıkoymak
çalışması durdurulmak, çalışmadan alıkonulmak.
faça etmek
serenleri başa veya geriye doğru çevirerek yelkenleri sarmak.
façası olmak
havalı, gösterişli olmak.
façasını almak (al aşağı etmek)
birini mahcup etmek, bozmak.
façuna etmek
sürtünme veya hava olaylarından korumak amacıyla halatı ince iple sarmak.
faize yatırmak (vermek)
parasını faizle çoğaltmak için bankaya para yatırmak.
faka basmak
aldatılmak, tuzağa düşmek.
fakir düşmek
yoksullaşmak.
fakir tavuğu tek tek yumurtlar
‘destekçisi olmayan, dayanağı olmayan kimsenin işleri yavaş yürür’ anlamında kullanılan bir söz.
fakirlik ayıp değil, tembellik ayıp
‘yoksulluk utanılacak bir şey değildir, çalışmamak en büyük ayıptır’ anlamında kullanılan bir söz.
fal açmak (bakmak)
bakla, su, iskambil vb.ne bakarak gelecekte olacak şeyleri anlamaya çalışmak: ‘Tutun birer niyet de açayım size birer maydanozlu fal!’ –O. C. Kaygılı.
fal taşı gibi
iri, büyük: ‘Bu elleri güzel, yüzü çirkin delikanlı, ilk defa, gözleri fal taşı gibi açık, ruhundan bir ses koparabildi.’ –N. F. Kısakürek.
fala bakmak
fal açmak: ‘Para ile fala baktığı hâlde geçim sıkıntısından kurtulamıyor.’ –R. N. Güntekin.
falakaya çekmek (yatırmak veya vurmak veya yıkmak)
falakaya bağlayarak dövmek.
falso çıkmak
bozuk olmak: ‘Yüzde beş yüz kâr beklediği bu işlerin alt tarafı falso çıkınca apışmış kalmıştı.’ –E. E. Talu.
falso vermek
1) bozulmaya yüz tutmak: ‘Artık İstanbul’da her şey gevşemiş, falso vermişti.’ –Ö. Seyfettin. 2) açık vermek.
falso yapmak
yanlış davranışta bulunmak: ‘Yeteneksizliğini ortaya koyacak bir falso yapmaktan korkuyordu.’ –Ç. Altan.
faraş gibi (kadar)
normalinden fazla açılan (ağız).
fare çıktığı deliği bilir
‘bir kabahate, suça veya gizli işe kalkışan kişi, yakalanacağını anladığında nereye sığınacağını bilir’ anlamında kullanılan bir söz.
fare deliğe sığmamış, bir de kuyruğuna (kıçına) kabak bağlamış
1) ‘yapamayacağı kadar ağır bir işi varken başka bir iş daha yüklenmiş’ anlamında kullanılan bir söz; 2) ‘kendisi sığıntı durumundayken yanına bir kişi daha almış’ anlamında kullanılan bir söz.
fare deliği bin altın
‘herkesin kaçıp saklanacak bir yer aradığı durumlarda, saklanılacak bir yer bulmak çok güçtür ve o yer çok değerlidir’ anlamında kullanılan bir söz.
fare düşse başı yarılır
bir yerin boş ve yoksulluk içinde bulunduğunu anlatan bir söz.
fareler cirit atmak (oynamak)
bir yerde hiç insan bulunmamak, o yer çok ıssız olmak.
fariğ olmak
vazgeçmek, çekilmek, el çekmek.
fark atmak
ileri gitmek, çok üstün gelmek.
fark etmek
1) görmek, seçmek: ‘Boğaz’ın sisle kaplı olduğunu ancak ön güvertede bir yer bulup oturunca fark etmişti.’ –A. İlhan. 2) anlamak, sezmek: ‘Öç almanın fırsatını yakalamış gibi konuştuğunu fark etti.’ –T. Buğra. 3) değişmek, başkalaşmak; 4) ayırt etmek: ‘Konuşma kesilmiyor, şimdi yabancı sesleri daha iyi fark etmekteyim.’ –R. H. Karay.
fark etmez
‘önemi yok, etkisi olmaz, değişmez’ anlamında kullanılan bir söz.
fark gözetmek
ayrı tutmak: ‘Siz erkekler ekseriya nikâhlı kadınla nikâhsız kadınlarınız arasında bir fark gözetirsiniz.’ –H. C. Yalçın.
fark olunmak
1) seçilip ayırt edilmek; 2) anlaşılmak; 3) sezilmek.
fark yapmak
üstünlük sağlamak.
farkına varmak
gözüne çarpmak, fark etmek, anlamak: ‘Bu nedenle karısının gözlerinde biriken öfkenin farkına varmadı.’ –L. Tekin.
farkında olmak
görülmesi veya bilinmesi gereken şeylerden haberi bulunmak, kavranması gereken bir şeye dikkat etmek: ‘Farkında olmadan kendini bir gün bu pis, hastalıklı, cerahatli suyun dibinde bulacaksın.’ –P. Safa.
fart furt etmek
anlamsız, boş sözlerle böbürlenmek, farta furta etmek.
farta furta etmek
fart furt etmek.
fartası furtası olmamak
patavatsızca konuşmak.
farz etmek
varsaymak: ‘Bu bir nevi başkasını yok farz etmek ve sonunda küçümsemek değil midir?’ –C. Meriç.
farz olmak
yapılması kaçınılmaz olmak: Bunun üzerine, işe bir son vermek farz oldu.
farz olunmak
varsayılmak: ‘Vapurun kahvecisi Kefalonyalı denilen ve kötü bir insan farz olunan biriydi.’ –Y. K. Beyatlı.
fasit olmak
namaz, oruç, abdest vb. bozulmak.
fasıla vermek
ara vermek, kesmek: ‘Birer kart göndererek baş ağrılarından dolayı bu kabullere fasıla verdiğini bildirmişti.’ –P. Safa.
fasulye gibi kendini nimetten saymak
kendine çok değer vermek, kendini bir şey sanmak.
fasulye sırığı gibi
zayıf, sıska ve çok uzun boylu: ‘Fasulye sırığı gibi üç buçuk akasya ile park mı olurmuş?’ –T. Buğra.
fatura etmek
faturalamak.
fatura kesmek
satılan bir şey için fatura düzenlemek.
faturasını (birine) çıkarmak (ödetmek)
sorumluluğu birine yüklemek.
fayda etmemek
etkisi olmamak, işe yaramamak, yararlı olmamak: ‘Hekimler epeyce çalıştılar, ilaç verdiler, kan aldılar ise de fayda etmedi.’ –M. Ş. Esendal.
fayda vermemek
yararlı olmamak.
faydalı olmak
yararlı olmak: ‘Şu seyyahlar İstanbul’a faydalı oluyorlar mı bilmem ama bana zararları dokundu.’ –N. Hikmet.
faydası dokunmak
yararı dokunmak: ‘Şimdiye kadar bana iki paralık faydan dokundu mu ki her gün alacaklı gibi gırtlağıma sarılıyorsun!’ –R. N. Güntekin.
faydası olmak
yararı olmak: ‘Kimseye faydası olmayıp da yalnız kendi nefsine ayırdığın servet, asla makbul değildir.’ –A. Kabaklı.
faydasını görmek
1) yarar sağlamak: ‘Faydasını gördüğümüz ve faydasını görürsek tekrar etmemizi doktor tavsiye ettiği için reçeteyi yine aldım ele.’ –N. Hikmet. 2) kâr elde etmek.
faydasız baş mezara yaraşır
‘yaşayan kimse bir işe yaramalıdır, bir işe yaramayan kimsenin ölüden farkı yoktur’ anlamında kullanılan bir söz.
fayrap etmek
1) ocağın ateşini harlandırmak; 2) argo herhangi bir işi veya şeyi hızlandırmak: Beleş rakıyı bulunca fayrap etti. 3) argo açmak, çıkarmak: Pencereleri fayrap etti. Gömleği fayrap etti.
fazla gelmek (kaçmak)
çekilmeyecek, bıktıracak, tedirgin edecek bir durum almak.
fazla kaçırmak
alışılmış olan ölçüden çok içmek, yemek veya konuşmak.
fazla mal göz çıkarmaz
‘ne kadar ve ne türden mal olursa olsun elden çıkarılmamalıdır’ anlamında kullanılan bir söz.
fazla olmak
dayanma gücünü aşacak davranışlarda bulunmak, çok olmak.
fazlalık etmek
birinin varlığı, bulunduğu yerde gereksiz olmak.
feda etmek
kıymak, gözden çıkarmak: ‘Her şeyi feda ederek onun peşine takılmış.’ –H. C. Yalçın.
feda olmak
uğrunda yok olmak: Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
feda olsun!
‘varsın gitsin, uğrunda yok olsun!’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Böyle harmancı çingeneler, sana düzinelerle feda olsun!’ –O. C. Kaygılı.
fedakârlığa katlanmak
bir amaca, bir emele ulaşmak için birçok sıkıntıya, üzüntüye, güçlüğe dayanmaya çalışmak.
fedakârlık etmek
1) özverili davranmak: ‘Kadınlar fedakârlık ettikleri erkekleri severler.’ –P. Safa. 2) azlığına katlanmak, az oluşu ile yetinmek, vazgeçmek: ‘İlk defa ömründe yemek saatinden fedakârlık etti.’ –E. İ. Benice.
fedakârlık yapmak (göstermek)
özverisini ortaya koymak: ‘Yalnız rica ederim, bir an için zahmet ve fedakârlık daha yapın!’ –H. F. Ozansoy. ‘Arkadaşının karısına gösterdiği fedakârlığı o karısına gösteriyordu.’ –N. Cumalı.
felah bulmak
kurtulmak, onmak: ‘Kadın delifişeğin biri ise yine felah bulamazsın.’ –R. H. Karay.
felç gelmek
inme inmek: ‘Babam kendisine felç geldiği zaman beni affetti ve çağırttı.’ –P. Safa.
felç olmak
1) inme inmek; 2) bir iş içinden çıkılamaz durum almak, tıkanmak.
feleğe küsmek
talihten yakınmak, şanstan ümidini kesmek.
feleği şaşmak
argo feleğini şaşırmak.
feleğin çemberinden geçmek
hayatta acı tatlı günler görmüş geçirmiş olmak, olgunlaşmış, deneyim kazanmış olmak: ‘Oyuna bir de kalender, feleğin çemberinden geçmiş ihtiyar komiser koyacaksınız.’ –H. Taner.
feleğin sillesini yemek (sillesine uğramak)
büyük bir yıkıma uğramak.
feleğini şaşırmak
argo ummadığı bir durumda kalmak, şaşkınlık içine düşmek: ‘Bir gün burada koyu ateş renginde bir hotoz görmüştür ki feleğini şaşırmıştır.’ –S. Birsel.
felek yâr olursa
‘bir terslik çıkmazsa, şartlar uygun giderse’ anlamında kullanılan bir söz.
felek, kimine kavun yedirir kimine kelek
‘bu dünyada kimi insanlar mutluluk içinde yaşarlar, kimileri de talihsizdirler’ anlamında kullanılan bir söz.
