eline geçmek
1) kazanmak, edinmek, elde etmek: ‘Evi sattım, elime bin iki yüz lira kadar bir şey geçti.’ –Ö. Seyfettin. 2) rastlamak, bulmak: Eline geçen her kitabı okur. 3) yakalamak.
eline tutuşturmak
karşısındakinin isteyip istemediğini düşünmeksizin verivermek: Bir şey demeden mektubu elime tutuşturdu.
eline yüzüne bulaştırmak
bir işi gerektiği gibi yapamamak, başarısız olmak, becerememek.
elini arı kovanına sokmak
elini taşın altına koymak.
elini ayağını öpeyim
‘çok yalvarırım’ anlamında kullanılan bir söz.
elini belli etmek (göstermek)
kâğıt, okey vb. oyunlarda elindeki kâğıdı veya taşı, oynayanlara belli edecek biçimde sözle, işaretle açıklayıp oynamak.
elini çabuk tutmak
gerekli önlemi zamanında almak: ‘Aman elinizi çabuk tutun, yılanın başı küçükken ezilmeli.’ –Y. Kemal.
elini kana bulamak (bulaştırmak)
öldürmek.
elini kolunu sallaya sallaya gelmek
1) gelirken hiçbir armağan getirmemek; 2) bitirmeye gittiği işten sonuç alamadan dönmek.
elini kolunu sallaya sallaya gezmek
1) ortada görünmemesi gereken kimse pervasızca dolaşmak; 2) pervasızca, kimseden çekinmeden dolaşmak: ‘Bütün memleketi, elimi kolumu sallayarak serbest ve rahat dolaşmaya başlamıştım.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
elini kulağına atmak
ezan okumak, gazel veya türkü söylemek için elini kulak kepçesinin arkasına koymak.
elini oynatmak
parayı esirgememek.
elini sallasa ellisi (başını sallasa tellisi)
birinin karşı cinsten birçok insanı kolaylıkla elde edebileceğini anlatan bir söz.
elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak
hiçbir iş yapmamak: ‘Anneciğim, hayatımı kazandığımda senin elini sıcak sudan soğuk suya sokturmam.’ –A. Kutlu.
elini taşın altına koymak (sokmak)
bir konuda sorumluluk üstlenmek.
elini uzatmak
yardım etmek: Kızılay, yoksullara elini uzatır.
elini veren kolunu alamaz
kendisine iyilik yapıldığında devamını fazlasıyla isteyen kimseler için kullanılan bir söz.
elini vicdanına koymak
doğru, yansız, hakça davranmak.
elinin altında olmak
1) her zaman kolayca alınıp yararlanılabilecek yerde ve yakınlıkta (olmak): ‘Elinin altındaki asker pek azdı.’ –Ö. Seyfettin. 2) hazırda bulundurmak: ‘Bütün belgelerin elimin altında olduğunu söylüyordum.’ –M. İzgü.
elinin hamuruyla erkek işine karışmak
kadınlar, beceremeyeceği işleri yapmaya kalkışmak.
elinin tersiyle çarpmak
ayanın arkasıyla şiddetle tokat atmak.
elinin tersiyle itmek
reddetmek, kabul etmemek: ‘Hangi dolmuşa binersen bin, uzat parayı sürücüye, sürücü hemen elinin tersiyle iter.’ –M. İzgü.
eliyle koymuş gibi
aramadan, kolayca: ‘Eliyle koymuş gibi rafta çay kavanozunu buldu.’ –O. Rifat.
elle tutulacak tarafı (yanı) kalmamak
1) sağlam bir yanı kalmamak; 2) güvenilecek veya kayrılacak bir yönü olmamak.
elle tutulur
1) çok açık ve belli; 2) somut.
elle tutulur gözle görülür (dille anlatılır)
çok belirgin, çok açık: ‘Sevim’in güzelliği elle tutulur, dille anlatılır makbul bir güzellik değildir.’ –R. N. Güntekin.
elle tutulur tarafı olmamak
hiçbir değerli yanı olmamak.
ellenmiş dillenmiş
iffetsizliği yayılmış (kadın).
eller yukarı!
‘ellerini kaldırarak teslim ol’ anlamında kullanılan bir söz.
ellerde gezmek
1) elden ele dolaşmak; 2) mec. el üstünde tutulmak, saygı ve sevgi görmek.
elleri (ellerin) dert görmesin
‘ellerine sağlık’ anlamında kullanılan bir iyi dilek sözü: ‘Havluyu geri aldığı zaman, oh rahatladım, ellerin dert görmesin, dediği duyulurdu.’ –N. Cumalı.
ellerim yanıma gelsin
‘Allah canımı alsın ki doğru söylüyorum’ anlamında kullanılan bir söz.
elma da alma da demesini biliriz
‘şartlara göre uygun davranırız’ anlamında kullanılan bir söz.
elma gibi
kırmızı (yanak).
elmas gibi
çok iyi, çok değerli: Elmas gibi kalbi var. Elmas gibi bir çocuk.
emanet bırakmak (etmek, vermek)
bir şeyi veya bir kimseyi birine veya bir yere bir süreliğine bırakmak: ‘Çocuğu annesine emanet etmeyecek, kendisi bakacaktır.’ –A. Kutlu.
emdiği (helal) süt haram olmak
herhangi bir isteğinin yapılmamasından sonra ilenmek: ‘Altı mikrobun canını daha cehenneme göndermeden gidersem emdiğim helal süt haram olmaz mı?’ –H. Taner.
emdiği sütü burnundan getirmek
birisine çok sıkıntı çektirmek: ‘Bu olanları başka birinden işitecek olursam emdiğin sütü burnundan getiririm.’ –B. Günel.
eme seme yaramamak
işe yaradığı kabul edilmemek, makbule geçmemek, takdir edilmemek.
eme yaramak
işe yaramak, yararlı olmak.
emeği geçmek
bir şeyin ortaya çıkması için çalışmış olmak: ‘Anneniz, bu kurumun oluşmasında emeği geçmiş belli başlı kişilerdendir.’ –E. Atasü.
emek çekmek
bir işte çok çalışarak yorulmak.
emek harcamak
çaba göstermek.
emek vermek
bir şeyin meydana gelmesi için özenle ve çok çalışmak: ‘Dirsek çürütüp emek verdiği kitapları, can vermeden can bulunamayacağını ona hiç söylememişti.’ –S. Ayverdi.
emekliye ayırmak (çıkarmak, çıkartmak)
kanuna göre aylık bağlayarak bir görevliyi görevinden ayırmak: ‘Size bir fenalık edebilir, sizi işinizden attırır, vekâlet emrine alır, vakitsiz emekliye çıkartabilir.’ –H. Taner.
emekliye ayrılmak (çıkmak)
emekli olmak, tekaüde sevk olunmak: ‘Sakatlığımı öne sürerek emekliye ayrılmamı isteyebilirim.’ –N. F. Kısakürek.
emekliye sevk etmek
emekliye ayırmak: ‘Bayanı emekliye sevk ederek kendisinin evleneceğini söyledi.’ –R. N. Güntekin.
emel beslemek
isteği, arzuyu sürekli düşünmek veya güçlendirmek: ‘Size karşı güzel bir emel besleyenler için kazanmak lazım, değil mi?’ –P. Safa.
emeline alet etmek
birini veya bir şeyi kendi istekleri doğrultusunda kullanmak: ‘İttihat ve Terakki, ordunun genç subaylarını emellerine alet etmeyi başarmıştı.’ –S. Ayverdi.
emin olmak
inanmak, güvenmek: ‘Onları kimsenin görmediğine emin olunca pervasız konuşmaya başladılar.’ –M. Yesari.
emir komuta zinciri içinde olmak
herhangi bir işlem en alt rütbe veya makamdan en üst rütbe veya makama doğru gerçekleşmek.
emniyet etmek
güvenmek: ‘Hele emniyet ettiğim birkaç uyanık arkadaşla bulunduğum zaman bülbül gibi ötüyordum.’ –R. N. Güntekin.
emretti patrik efendi
alay birinin yersiz bir buyruğuna karşı kullanılan bir söz.
emrihak vaki olmak
ölmek: ‘Bir emrihak vaki olduğu zaman yerimize oğullarımız geçecek.’ –F. F. Tülbentçi.
emrine vermek
1) görevlendirmek, atamak; 2) yararlanması için ayırmak: Bu daireyi büro olarak onun emrine verdiler.
emrivaki yapmak
oldu bittiye getirmek.
enayiliğine doyma!
iyi niyetle yaptığı bir davranış sonunda zarar gören kimseye söylenen bir söz.
endazeyi kaçırmak
fazla abartmak, ölçüyü kaçırmak: ‘Endazeyi kaçırmışsındır çancı ustası, dedi, olmayacak bahse sürersin emmi oğlumu.’ –K. Bilbaşar.
endazeyi şaşırmak
ne yapacağına karar verememek, eli ayağı dolaşmak: ‘Biri bu konuda damarına basınca endazeyi şaşırıyor, kendine hükmedemiyordu.’ –N. Araz.
endişeye düşmek
tasaya kapılmak, kaygılanmak: ‘Hatta kilise yetkilileri onun sağlığından endişeye düştüler.’ –İ. O. Anar.
enfiye çekmek
keyiflenmek amacıyla çürütülmüş tütünden yapılan tozu burna nefes yoluyla almak: ‘Gözleri dönmüş bir hâlde kendisini sokağa atar, bol enfiye çekerek akşamlara kadar bir başına dolaşır.’ –R. H. Karay.
engel çıkarmak
bir işin yapılmasını zorlaştırmak: ‘Aslında bütün mesele, düğün için engel çıkarmakta.’ –N. Hikmet.
engel tanımamak
her türlü zorluğa karşın başarılı olmak: ‘Bir gece içinde donanmasını, bir sepet su çiçeği gibi Haliç’e döken, engel tanımaz hareket şevkiyle Fatih.’ –N. F. Kısakürek.
engin dallardan murt yememek
yükseklerden uçmak, burnu büyük olmak: ‘Engin dallardan murt yemezdi. Onun alacağı kız ya çok zengin ya da tanınmış bir aileye mensup olmalıydı.’ –O. Kemal.
ense kulak yerinde olmak
tkz. 1) iri yarı olmak; 2) kelli felli olmak.
ense yapmak
argo hiçbir iş yapmadan yan gelip yatmak.
ensesinde boza pişirmek
1) ısıtmak, kızgın duruma getirmek: ‘Güneş, bütün gün enselerinde boza pişirmiş, vücutlarının teri mintanlarının üstüne çıkmıştı.’ –H. Taner. 2) birini çok üzmek, tedirgin etmek: ‘İhtiyarlık kepaze şey… Şimdi çocuk evde ensemde boza pişiriyor.’ –R. N. Güntekin. 3) birini bir işi yapıp bitirmesi için sürekli sıkıştırmak.
ensesine binmek
birine bir işi yaptırmak için sürekli baskı altında bulundurmak.
enseyi karartmak
ümitsizliğe kapılmak, karamsarlığa düşmek.
entel takılmak
argo bir süre entel gibi yaşamaya, onların yaptıklarını yapmaya çalışmak.
entrika çevirmek
entrika ile amacına ermeye çalışmak, dolap çevirmek: ‘Küçük entrikalar çevirmek onları mutlu kılıyorsa ne yapabilirdim?’ –A. Ümit.
entrikaya kurban gitmek
hileli, dalavereli bir iş sonunda zarara uğramak: ‘İşi bu kadar sağlama almış olduğu hâlde, dışarıda entrikaya kurban gidiyormuşçasına ağlamaklı…’ –H. Taner.
ere gitmek (varmak)
hlk. kadın veya kız evlenmek.
ere vermek
kızı evlendirmek: ‘Ninesini, kardeşini beslemiş hatta kız kardeşini ere vermişti.’ –H. E. Adıvar.
ergen olmak
evlenecek çağa girmek.
eriyip bitmek
üzüntü ve sıkıntıdan çok zayıflamak: ‘O zaman da ben kahır yüzünden eriyip bitmiş olacağım.’ –P. Safa.
eriyip gitmek
yok olmak: ‘Bence her şiir, yazılmasından, basılmasından, eriyip gitmesine kadar dört beş dönemden geçer.’ –B. Necatigil.
erkân göstermek
yolunu yordamını öğretmek: ‘Bize yol aç, erkân göster; yollar aç bize de, biz de adam sırasına girelim.’ –K. Korcan.
erkek gibi
erkeğe yakışır, erkeğe benzer: Ayşe hanım erkek gibi sesiyle bağırdı.
erkekliğe sığmamak
mertliğe, yiğitliğe yakışmamak.
erkekliği kesilmek
erkek fizyolojik görevini yerine getirememek: ‘Yaşlı imiş … çoktan erkekliği kesilmiş.’ –K. Tahir.
erkekliğine yedirememek
mertliğe, yiğitliğe yakıştıramamak: ‘Bir kimsesizlik acısı, sevilme, şefkat ihtiyacı içinde ağlıyor; ağlamayı erkekliğine yediremiyordu.’ –N. Meriç.
erkeklik taslamak
kendini erkek gibi göstermek, erkekçe davranışta bulunmak, kabadayıca davranmak: ‘Şuna bak, hem karıdan dayak yer hem de erkeklik taslar.’ –Z. Selimoğlu.
erketecilik etmek
gözetlemek: ‘Hırsızlara erketecilik ettiğini anladı.’ –Ö. Seyfettin.
erketelik yapmak
gözetlemek: ‘Bir kadınla erkeğin buluşmasında erketelik yapmak, pek de onurlu bir iş değildi ne de olsa.’ –E. Bener.
Ermeni gelini gibi kırıtmak
ağır veya yavaş hareket etmek: ‘O kuruntularımız, o tafralarımız, o Ermeni gelini gibi kırıtmalarımız pek boşuna demektir.’ –S. Birsel.
erozyona uğramak
1) aşınmak; 2) mec. değer veya saygınlık kaybetmek.
es geçmek
tkz. üzerinde durmamak, boş vermek, önemsememek: ‘Ortaya zam falcısı diye biri çıkar da hiç gazeteler, gazeteciler es geçerler mi bu haberi, olayı.’ –M. İzgü.
eş tutmak
talimde veya oyunda ikişer olmak için arkadaş seçmek.
esamesi okunmamak
kendisine değer verilmemek, adı anılmamak: ‘Sen babasının gönlünü ettikten sonra kızın esamesi mi okunur bre usta!’ –O. Kemal.
esarette kalmak
uzun süre esir olarak bulunmak.
esas vaziyete geçmek
hazır ol durumunu almak: ‘Kaldırımın önünde esas vaziyete geçip kasketini çıkardı.’ –O. Kemal.
esasa bağlamak
belirli bir kurala dayandırmak.
esası olmamak
gerçek olmamak, yalan olmak.
esasına bakarsan
aslına bakarsan.
eşeğe gücü yetmeyip semerini dövmek
tkz. güçlü birine kızıp da ondan alamadığı hıncını çevresindekilerden çıkarmak.
eşeğin kuyruğu gibi
her zaman aynı durumda kalan, hiç değişikliğe uğramayan: ‘Benim aylığım eşeğin kuyruğu gibi ne kısalır ne uzar.’ –M. İzgü.
eşeğini sağlam kazığa bağlamak
işini güven altına almak.
eşek derisi gibi
1) derisi çok kalın; 2) mec. duygusu az, duygusuz.
eşek gibi
kaba, düşüncesiz.
