Deyimler ve Deyimlerin Anlamları

11209 Sonuç bulundu.

eline geçmek

1) kazanmak, edinmek, elde etmek: ‘Evi sattım, elime bin iki yüz lira kadar bir şey geçti.’ –Ö. Seyfettin. 2) rastlamak, bulmak: Eline geçen her kitabı okur. 3) yakalamak.

eline tutuşturmak

karşısındakinin isteyip istemediğini düşünmeksizin verivermek: Bir şey demeden mektubu elime tutuşturdu.

eline yüzüne bulaştırmak

bir işi gerektiği gibi yapamamak, başarısız olmak, becerememek.

elini arı kovanına sokmak

elini taşın altına koymak.

elini ayağını öpeyim

‘çok yalvarırım’ anlamında kullanılan bir söz.

elini belli etmek (göstermek)

kâğıt, okey vb. oyunlarda elindeki kâğıdı veya taşı, oynayanlara belli edecek biçimde sözle, işaretle açıklayıp oynamak.

elini çabuk tutmak

gerekli önlemi zamanında almak: ‘Aman elinizi çabuk tutun, yılanın başı küçükken ezilmeli.’ –Y. Kemal.

elini kana bulamak (bulaştırmak)

öldürmek.

elini kolunu sallaya sallaya gelmek

1) gelirken hiçbir armağan getirmemek; 2) bitirmeye gittiği işten sonuç alamadan dönmek.

elini kolunu sallaya sallaya gezmek

1) ortada görünmemesi gereken kimse pervasızca dolaşmak; 2) pervasızca, kimseden çekinmeden dolaşmak: ‘Bütün memleketi, elimi kolumu sallayarak serbest ve rahat dolaşmaya başlamıştım.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.

elini kulağına atmak

ezan okumak, gazel veya türkü söylemek için elini kulak kepçesinin arkasına koymak.

elini oynatmak

parayı esirgememek.

elini sallasa ellisi (başını sallasa tellisi)

birinin karşı cinsten birçok insanı kolaylıkla elde edebileceğini anlatan bir söz.

elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak

hiçbir iş yapmamak: ‘Anneciğim, hayatımı kazandığımda senin elini sıcak sudan soğuk suya sokturmam.’ –A. Kutlu.

elini taşın altına koymak (sokmak)

bir konuda sorumluluk üstlenmek.

elini uzatmak

yardım etmek: Kızılay, yoksullara elini uzatır.

elini veren kolunu alamaz

kendisine iyilik yapıldığında devamını fazlasıyla isteyen kimseler için kullanılan bir söz.

elini vicdanına koymak

doğru, yansız, hakça davranmak.

elinin altında olmak

1) her zaman kolayca alınıp yararlanılabilecek yerde ve yakınlıkta (olmak): ‘Elinin altındaki asker pek azdı.’ –Ö. Seyfettin. 2) hazırda bulundurmak: ‘Bütün belgelerin elimin altında olduğunu söylüyordum.’ –M. İzgü.

elinin hamuruyla erkek işine karışmak

kadınlar, beceremeyeceği işleri yapmaya kalkışmak.

elinin tersiyle çarpmak

ayanın arkasıyla şiddetle tokat atmak.

elinin tersiyle itmek

reddetmek, kabul etmemek: ‘Hangi dolmuşa binersen bin, uzat parayı sürücüye, sürücü hemen elinin tersiyle iter.’ –M. İzgü.

eliyle koymuş gibi

aramadan, kolayca: ‘Eliyle koymuş gibi rafta çay kavanozunu buldu.’ –O. Rifat.

elle tutulacak tarafı (yanı) kalmamak

1) sağlam bir yanı kalmamak; 2) güvenilecek veya kayrılacak bir yönü olmamak.

elle tutulur

1) çok açık ve belli; 2) somut.

elle tutulur gözle görülür (dille anlatılır)

çok belirgin, çok açık: ‘Sevim’in güzelliği elle tutulur, dille anlatılır makbul bir güzellik değildir.’ –R. N. Güntekin.

elle tutulur tarafı olmamak

hiçbir değerli yanı olmamak.

ellenmiş dillenmiş

iffetsizliği yayılmış (kadın).

eller yukarı!

‘ellerini kaldırarak teslim ol’ anlamında kullanılan bir söz.

ellerde gezmek

1) elden ele dolaşmak; 2) mec. el üstünde tutulmak, saygı ve sevgi görmek.

elleri (ellerin) dert görmesin

‘ellerine sağlık’ anlamında kullanılan bir iyi dilek sözü: ‘Havluyu geri aldığı zaman, oh rahatladım, ellerin dert görmesin, dediği duyulurdu.’ –N. Cumalı.

ellerim yanıma gelsin

‘Allah canımı alsın ki doğru söylüyorum’ anlamında kullanılan bir söz.

elma da alma da demesini biliriz

‘şartlara göre uygun davranırız’ anlamında kullanılan bir söz.

elma gibi

kırmızı (yanak).

elmas gibi

çok iyi, çok değerli: Elmas gibi kalbi var. Elmas gibi bir çocuk.

emanet bırakmak (etmek, vermek)

bir şeyi veya bir kimseyi birine veya bir yere bir süreliğine bırakmak: ‘Çocuğu annesine emanet etmeyecek, kendisi bakacaktır.’ –A. Kutlu.

emdiği (helal) süt haram olmak

herhangi bir isteğinin yapılmamasından sonra ilenmek: ‘Altı mikrobun canını daha cehenneme göndermeden gidersem emdiğim helal süt haram olmaz mı?’ –H. Taner.

emdiği sütü burnundan getirmek

birisine çok sıkıntı çektirmek: ‘Bu olanları başka birinden işitecek olursam emdiğin sütü burnundan getiririm.’ –B. Günel.

eme seme yaramamak

işe yaradığı kabul edilmemek, makbule geçmemek, takdir edilmemek.

eme yaramak

işe yaramak, yararlı olmak.

emeği geçmek

bir şeyin ortaya çıkması için çalışmış olmak: ‘Anneniz, bu kurumun oluşmasında emeği geçmiş belli başlı kişilerdendir.’ –E. Atasü.

emek çekmek

bir işte çok çalışarak yorulmak.

emek harcamak

çaba göstermek.

emek vermek

bir şeyin meydana gelmesi için özenle ve çok çalışmak: ‘Dirsek çürütüp emek verdiği kitapları, can vermeden can bulunamayacağını ona hiç söylememişti.’ –S. Ayverdi.

emekliye ayırmak (çıkarmak, çıkartmak)

kanuna göre aylık bağlayarak bir görevliyi görevinden ayırmak: ‘Size bir fenalık edebilir, sizi işinizden attırır, vekâlet emrine alır, vakitsiz emekliye çıkartabilir.’ –H. Taner.

emekliye ayrılmak (çıkmak)

emekli olmak, tekaüde sevk olunmak: ‘Sakatlığımı öne sürerek emekliye ayrılmamı isteyebilirim.’ –N. F. Kısakürek.

emekliye sevk etmek

emekliye ayırmak: ‘Bayanı emekliye sevk ederek kendisinin evleneceğini söyledi.’ –R. N. Güntekin.

emel beslemek

isteği, arzuyu sürekli düşünmek veya güçlendirmek: ‘Size karşı güzel bir emel besleyenler için kazanmak lazım, değil mi?’ –P. Safa.

emeline alet etmek

birini veya bir şeyi kendi istekleri doğrultusunda kullanmak: ‘İttihat ve Terakki, ordunun genç subaylarını emellerine alet etmeyi başarmıştı.’ –S. Ayverdi.

emin olmak

inanmak, güvenmek: ‘Onları kimsenin görmediğine emin olunca pervasız konuşmaya başladılar.’ –M. Yesari.

emir komuta zinciri içinde olmak

herhangi bir işlem en alt rütbe veya makamdan en üst rütbe veya makama doğru gerçekleşmek.

emniyet etmek

güvenmek: ‘Hele emniyet ettiğim birkaç uyanık arkadaşla bulunduğum zaman bülbül gibi ötüyordum.’ –R. N. Güntekin.

emretti patrik efendi

alay birinin yersiz bir buyruğuna karşı kullanılan bir söz.

emrihak vaki olmak

ölmek: ‘Bir emrihak vaki olduğu zaman yerimize oğullarımız geçecek.’ –F. F. Tülbentçi.

emrine vermek

1) görevlendirmek, atamak; 2) yararlanması için ayırmak: Bu daireyi büro olarak onun emrine verdiler.

emrivaki yapmak

oldu bittiye getirmek.

enayiliğine doyma!

iyi niyetle yaptığı bir davranış sonunda zarar gören kimseye söylenen bir söz.

endazeyi kaçırmak

fazla abartmak, ölçüyü kaçırmak: ‘Endazeyi kaçırmışsındır çancı ustası, dedi, olmayacak bahse sürersin emmi oğlumu.’ –K. Bilbaşar.

endazeyi şaşırmak

ne yapacağına karar verememek, eli ayağı dolaşmak: ‘Biri bu konuda damarına basınca endazeyi şaşırıyor, kendine hükmedemiyordu.’ –N. Araz.

endişeye düşmek

tasaya kapılmak, kaygılanmak: ‘Hatta kilise yetkilileri onun sağlığından endişeye düştüler.’ –İ. O. Anar.

enfiye çekmek

keyiflenmek amacıyla çürütülmüş tütünden yapılan tozu burna nefes yoluyla almak: ‘Gözleri dönmüş bir hâlde kendisini sokağa atar, bol enfiye çekerek akşamlara kadar bir başına dolaşır.’ –R. H. Karay.

engel çıkarmak

bir işin yapılmasını zorlaştırmak: ‘Aslında bütün mesele, düğün için engel çıkarmakta.’ –N. Hikmet.

engel tanımamak

her türlü zorluğa karşın başarılı olmak: ‘Bir gece içinde donanmasını, bir sepet su çiçeği gibi Haliç’e döken, engel tanımaz hareket şevkiyle Fatih.’ –N. F. Kısakürek.

engin dallardan murt yememek

yükseklerden uçmak, burnu büyük olmak: ‘Engin dallardan murt yemezdi. Onun alacağı kız ya çok zengin ya da tanınmış bir aileye mensup olmalıydı.’ –O. Kemal.

ense kulak yerinde olmak

tkz. 1) iri yarı olmak; 2) kelli felli olmak.

ense yapmak

argo hiçbir iş yapmadan yan gelip yatmak.

ensesinde boza pişirmek

1) ısıtmak, kızgın duruma getirmek: ‘Güneş, bütün gün enselerinde boza pişirmiş, vücutlarının teri mintanlarının üstüne çıkmıştı.’ –H. Taner. 2) birini çok üzmek, tedirgin etmek: ‘İhtiyarlık kepaze şey… Şimdi çocuk evde ensemde boza pişiriyor.’ –R. N. Güntekin. 3) birini bir işi yapıp bitirmesi için sürekli sıkıştırmak.

ensesine binmek

birine bir işi yaptırmak için sürekli baskı altında bulundurmak.

enseyi karartmak

ümitsizliğe kapılmak, karamsarlığa düşmek.

entel takılmak

argo bir süre entel gibi yaşamaya, onların yaptıklarını yapmaya çalışmak.

entrika çevirmek

entrika ile amacına ermeye çalışmak, dolap çevirmek: ‘Küçük entrikalar çevirmek onları mutlu kılıyorsa ne yapabilirdim?’ –A. Ümit.

entrikaya kurban gitmek

hileli, dalavereli bir iş sonunda zarara uğramak: ‘İşi bu kadar sağlama almış olduğu hâlde, dışarıda entrikaya kurban gidiyormuşçasına ağlamaklı…’ –H. Taner.

ere gitmek (varmak)

hlk. kadın veya kız evlenmek.

ere vermek

kızı evlendirmek: ‘Ninesini, kardeşini beslemiş hatta kız kardeşini ere vermişti.’ –H. E. Adıvar.

ergen olmak

evlenecek çağa girmek.

eriyip bitmek

üzüntü ve sıkıntıdan çok zayıflamak: ‘O zaman da ben kahır yüzünden eriyip bitmiş olacağım.’ –P. Safa.

eriyip gitmek

yok olmak: ‘Bence her şiir, yazılmasından, basılmasından, eriyip gitmesine kadar dört beş dönemden geçer.’ –B. Necatigil.

erkân göstermek

yolunu yordamını öğretmek: ‘Bize yol aç, erkân göster; yollar aç bize de, biz de adam sırasına girelim.’ –K. Korcan.

erkek gibi

erkeğe yakışır, erkeğe benzer: Ayşe hanım erkek gibi sesiyle bağırdı.

erkekliğe sığmamak

mertliğe, yiğitliğe yakışmamak.

erkekliği kesilmek

erkek fizyolojik görevini yerine getirememek: ‘Yaşlı imiş … çoktan erkekliği kesilmiş.’ –K. Tahir.

erkekliğine yedirememek

mertliğe, yiğitliğe yakıştıramamak: ‘Bir kimsesizlik acısı, sevilme, şefkat ihtiyacı içinde ağlıyor; ağlamayı erkekliğine yediremiyordu.’ –N. Meriç.

erkeklik taslamak

kendini erkek gibi göstermek, erkekçe davranışta bulunmak, kabadayıca davranmak: ‘Şuna bak, hem karıdan dayak yer hem de erkeklik taslar.’ –Z. Selimoğlu.

erketecilik etmek

gözetlemek: ‘Hırsızlara erketecilik ettiğini anladı.’ –Ö. Seyfettin.

erketelik yapmak

gözetlemek: ‘Bir kadınla erkeğin buluşmasında erketelik yapmak, pek de onurlu bir iş değildi ne de olsa.’ –E. Bener.

Ermeni gelini gibi kırıtmak

ağır veya yavaş hareket etmek: ‘O kuruntularımız, o tafralarımız, o Ermeni gelini gibi kırıtmalarımız pek boşuna demektir.’ –S. Birsel.

erozyona uğramak

1) aşınmak; 2) mec. değer veya saygınlık kaybetmek.

es geçmek

tkz. üzerinde durmamak, boş vermek, önemsememek: ‘Ortaya zam falcısı diye biri çıkar da hiç gazeteler, gazeteciler es geçerler mi bu haberi, olayı.’ –M. İzgü.

eş tutmak

talimde veya oyunda ikişer olmak için arkadaş seçmek.

esamesi okunmamak

kendisine değer verilmemek, adı anılmamak: ‘Sen babasının gönlünü ettikten sonra kızın esamesi mi okunur bre usta!’ –O. Kemal.

esarette kalmak

uzun süre esir olarak bulunmak.

esas vaziyete geçmek

hazır ol durumunu almak: ‘Kaldırımın önünde esas vaziyete geçip kasketini çıkardı.’ –O. Kemal.

esasa bağlamak

belirli bir kurala dayandırmak.

esası olmamak

gerçek olmamak, yalan olmak.

esasına bakarsan

aslına bakarsan.

eşeğe gücü yetmeyip semerini dövmek

tkz. güçlü birine kızıp da ondan alamadığı hıncını çevresindekilerden çıkarmak.

eşeğin kuyruğu gibi

her zaman aynı durumda kalan, hiç değişikliğe uğramayan: ‘Benim aylığım eşeğin kuyruğu gibi ne kısalır ne uzar.’ –M. İzgü.

eşeğini sağlam kazığa bağlamak

işini güven altına almak.

eşek derisi gibi

1) derisi çok kalın; 2) mec. duygusu az, duygusuz.

eşek gibi

kaba, düşüncesiz.

Sayfa 41 / 113

 

 

Filtreleme Seçenekleri
Field not found.
Ana Menü