el(I) el koymak
1) bir yolsuzluğu ortaya çıkarmak, incelemek, vaziyet etmek; 2) üstüne konmak: ‘Herkesin olan bir olanağa el koyup onu kendi çıkarına kullananı neden seveyim?’ –A. Ağaoğlu. 3) zorla almak: ‘Bizi işimizde gücümüzde serbest bırakmak şöyle dursun, çoluk çocuğumuzun nafakasına el koymaya kalkıştılar.’ –Y. K. Karaosmanoğlu. 4) işi üzerine almak, sorumluluğu üstlenmek: ‘Annem hemen işe el koydu.’ –A. Kutlu. 5) yetkili organ bir malı veya bir kuruluşu kendi yönetimine almak.
elaman çekmek
bezginlik gösterip yakınmak.
elaman demek
çok bezmek.
elde (elinde) olmamak
iradesi dışında gerçekleşmek: ‘Elinde olmadan başını kaldırdı ve göz göze gelince de konuşmak zorunda kaldı.’ –T. Buğra.
elde avuçta (bir şey) kalmamak
mal ve parasını harcayıp bitirmiş olmak.
elde avuçta (ne varsa)
sahip olunan mal, para vb., her şey: ‘Ailesi de elde avuçta ne var ne yok satarak İstanbul’a göçmek zorunda kalmıştı.’ –H. Topuz.
elde etmek
1) bir şeye sahip olmak: ‘O parlak siyah gözler, onları bir daha elde edemeyecek miydi?’ –H. Z. Uşaklıgil. 2) bir kimseyi kendi hizmetine almak veya kendinden yana çekmek.
elde kalmak
geride kalmak: ‘Çöküyor dört tarafa uğursuz bir karanlık / Elde kalan, çökmeyen bir şey var: Kahramanlık’ –F. N. Çamlıbel.
elde tutmak
sahibi olsun olmasın, bir malı mülkiyeti altında bulundurmak, zilyet olmak.
elden ağza yaşamak
günlük kazancı ancak gereksinimlerini karşılayacak kadar olmak.
elden almak
1) bir malı pazara çıkarılmadan sahibinden doğrudan satın almak; 2) herhangi bir şeyi biriyle yüz yüze görüşerek almak.
elden ayaktan düşmek (kesilmek)
yaşlılık sebebiyle veya sağlığı büsbütün bozularak çalışamaz duruma gelmek: ‘Ve gün battığı zaman artık Gülbahar’ın hâli kalmamış, elden ayaktan kesilmişti.’ –Y. Kemal.
elden bırakmamak (düşürmemek)
bir şeyle sürekli ilgilenmek, elden düşürmemek.
elden çıkarmak
1) bir şeyin sahipliğini başkasına geçirmek, satmak: ‘Eskilerden bir kısmını yok pahasına elden çıkarmak gerekecek.’ –H. Taner. 2) yitirmek: ‘Sanki o, kaçırdığım, elden çıkardığım bir fırsattı.’ –N. F. Kısakürek.
elden çıkmak
1) malı olmaktan çıkmak, malı satılmak; 2) kaybedilmek: ‘Selanik elden çıkınca ailesi İzmir’e göçmüştür.’ –A. İlhan.
elden ele dolaşmak (gezmek)
iyi nitelikleri dolayısıyla çok ilgi görmek, çok beğenilmek: ‘Gönülden Sesler, Meşrutiyet gençliğinin elden ele dolaşan kitabı idi.’ –Y. Z. Ortaç.
elden ele geçmek
çok sahip değiştirmek: ‘Elden ele geçen ve fiyatı giderek artan bu silahlar eski ve güçsüzdür ama çetecilik için yeterlidir.’ –A. Kutlu.
elden geçirmek
eksiklik veya bozukluklarını gidermek veya denetlemek için incelemek: ‘Otomobil tamircisi bir akrabaları varmış, o da arabayı elden geçirmiş.’ –E. Bener.
elden gel!
argo 1) ver! Elden gel bakalım iki papeli. 2) tkz. kutlamak amacıyla söylenen bir söz.
elden geldiği kadar
yapılabildiği, olabildiği kadar: ‘Müsteşardan kapıcıya kadar bütün nezaret mensupları elden geldiği kadar gayret ettiler.’ –R. N. Güntekin.
elden gelmemek
yapamamak, dayanamamak: Bu üzücü durum karşısında ağlamamak elden gelmiyor.
elden kaçırmak
elde edilebilecek bir şeyden türlü sebeplerle yararlanamamak: ‘Cin yahut periler bu evi elden kaçırmamak için ne kadar hırçınlık etseler yeridir.’ –R. N. Güntekin.
elden kaçmak
1) sahip olamamak; 2) değerlendirememek: ‘Kibar kıyafetli bir hanım, elden kaçmış eski fırsatların hırsı gözlerinde parlayarak dedikodu yapmaya başladı.’ –R. H. Karay.
elden ne gelir?
çaresiz bir durumda yapılacak bir şey olmadığını anlatan bir söz: ‘Elden ne gelir, merdivenden düşüp ayak kırılırsa.’ –A. K. Tecer.
ele alınır
oldukça iyi, işe yarar.
ele alınmaz
çok kötü, berbat.
ele almak
1) bir şey üzerinde çalışmaya başlamak: ‘Sözlerini bambaşka bir anlayışla ele almış ve kendi kendine sormuştu.’ –T. Buğra. 2) bir konuyu görüşmek; 3) bir konuyu incelemek, araştırmak: ‘Kamu düzeniyle ilgili bu konuların yanında toplum ve aile sorunları da ele alınıyordu.’ –M. And. 4) herhangi bir şeyi iş edinmek: ‘Fakat dediğim gibi ben yüzsüzlüğü ele almıştım.’ –R. N. Güntekin.
ele avuca sığmamak
1) söz dinlememek, baskı altına alınmamak, zapt edilememek: ‘İzmir’deyiz. Ele avuca sığmaz haşarı bir çocuğum.’ –R. N. Güntekin. 2) şımarık davranmak: ‘Hani vatandaşlarımız da güç, ele avuca sığmaz, kanmaz, doymaz insanlar olsa bari!’ –F. R. Atay.
ele bakmak
1) avuç içindeki çizgilere bakıp kişinin geleceğini okumak, el falına bakmak; 2) muhtaç olmak.
ele geçirmek
1) yakalamak: ‘Hele onu bir elime geçireyim, görürsün, burnundan getireceğim.’ –H. Topuz. 2) sahibi olmak: ‘İstanbul’u ele geçirmek için bu muharebeye girdiklerini ilan etmekten başka bir şey yapamadılar.’ –Ö. Seyfettin.
ele geçmek
1) yakalanmak: ‘Nihayet bir defasında tam iki ay izini kaybetmiş, bir türlü ele geçmemişti.’ –R. H. Karay. 2) edinilmek.
ele gelmek
1) tutulabilmek; 2) bebek kucağa alınacak kadar büyümüş olmak.
ele vermek
1) suçlu bir kimseyi haber verip yakalatmak, ihbar etmek: ‘O adamlar kim ise haber vermeli, dikkat etsinler, kendilerini sakın ele vermesinler.’ –H. E. Adıvar. 2) herhangi kötü bir şey yapanın yaptığını herkese bildirmek; 3) ortaya çıkarmak.
elekten geçirmek
1) elemek; 2) ayıklamak; 3) araştırma sonunda doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü ayırmak.
elektriği kesmek
elektrik enerjisinin akışına engel olmak.
elektriği yakmak
bir yeri aydınlatmak için elektrik enerjisini açıp kullanmak: ‘Ondan hemen ayrılıp elektriği yaktı.’ –T. Buğra.
elektrik almak
etkilenmek, etkisi altında kalmak.
elektrik vermek
1) bir yeri elektrikle donatmak; 2) işkence amacıyla birinin çıplak bedenine doğru akım vermek; 3) elektrik enerjisini kullandırmak; 4) mec. etkilemek, etkisi altında bırakmak.
eli alışmak
1) bir işte uzluk, ustalık kazanmak; 2) herhangi bir davranışı âdet edinmek.
eli armut devşirmek
birisini bir iş yaparken öbürü boş durmak: ‘Bu insanlar bu güzel şehirleri kurarken bizim ellerimiz armut mu devşiriyordu?’ –B. R. Eyuboğlu.
eli ayağı (ayağına) dolaşmak
şaşırmak, telaşlanmak.
eli ayağı buz kesilmek (tutmamak)
güçsüz, dermansız kalmak: ‘Bu hâli biraz yapmacık da olsa şimdi ben de şaşırmış, elim ayağım buz kesilmişti.’ –O. C. Kaygılı.
eli ayağı titremek
korku, sinir vb. sebeplerle heyecanlanmak.
eli ayağı tutmak
beden gücü yerinde olmak: ‘Eli ayağı tutanlar, hiçbir haksızlığa razı olmamalıydı.’ –Ö. Seyfettin.
eli aza varmamak
bir şeyi çok alma veya verme alışkanlığında olmak.
eli böğründe kalmak
başarısızlığa uğramak, bir şey yapamaz duruma düşmek.
eli boş çıkmak
umduğunu alamamak, başarısızlığa uğramak: ‘Sağa döndü, sola baktı, seksen sergüzeşte atıldı, eli boş çıktı, parasız, kıyafetsiz ve mevkisiz olup…’ –R. H. Karay.
eli boş dönmek (çevrilmek veya geri gelmek)
umduğunu alamadan dönmek: ‘Nereyi arayıp taradılarsa elleri hemen hemen boş döndüler.’ –Halikarnas Balıkçısı.
eli boş gelmek
1) armağansız gelmek; 2) umulan şeyi getirmeden gelmek.
eli cebine (cüzdanına veya kesesine) gitmemek (varmamak)
çok cimri olmak.
eli dar (darda) olmak
para sıkıntısı içinde olmak.
eli değmek
bir şey yapmaya vakit ve fırsat bulmak: ‘Elim değmişken bir açıklamada bulunayım.’ –H. E. Adıvar.
eli dursa ayağı durmaz
kıpırdak, hareketli (kimse).
eli ekmek tutmak
geçimini kendi emeğiyle sağlayacak duruma gelmek: ‘İşi var, eli ekmek tutuyor. İyi çocuktur.’ –M. Ş. Esendal.
eli eline değmemek
1) herhangi bir yakınlaşma olmamak; 2) birisiyle cinsel ilişkiye girmemiş olmak.
eli ermek
1) yapabilmek, ulaşabilmek: ‘Zaman zaman, şiirin ne olduğunu elimin erdiği, gücümün yettiği kadar anlatmaya çalıştım.’ –O. V. Kanık. 2) bir işi yapmak için zaman bulabilmek.
eli ermez gücü yetmez
çaresiz, zavallı.
eli genişlemek
bolca paraya kavuşmak.
eli gitmek
bir şeyi kavramak, tutmak istemek.
eli harama uzanmak
dinî bakımdan yasaklanmış bir işe yönelmek: ‘Eli ne vakit harama uzandı?’ –H. Taner.
eli işe yatmak
becerikli, eli yatkın, uz olmak.
eli kalem tutmak
1) yazı yazmayı bilmek; 2) düşündüğünü güzel bir anlatımla yazmak: ‘Saz sanatkârı bütün kedileri sever. Aynı zamanda eli kalem tuttuğundan sevdiği kedilerin bir bir hikâyesini yazar.’ –H. Taner.
eli kırılmak
eli, işe yatkın bir duruma gelmek.
eli kolu (eli ayağı) bağlı kalmak (durmak veya olmak)
bir engel dolayısıyla hiçbir iş yapamaz duruma gelmek: ‘Diplomatlarımıza, büyükelçilik ve temsilcilik binalarımıza, tankerlerimize yapılan saldırılara karşı elimiz kolumuz bağlı duruyoruz.’ –T. Halman.
eli koynunda kalmak
çaresiz kalmak.
eli mahkûm olmak
mecbur durumda kalmak.
eli para görmek
eline para geçmek: ‘Elli yaşlarına doğru pazarcılık yapmaya başladı; eli para gördü, yüzü güldü.’ –Ü. Dökmen.
eli silah tutmak
silah kullanabilmek.
eli varmamak (gitmemek)
bir işi yapmaya gönlü razı olmamak: ‘Temiz yere kolay çöp atamazsınız. Eliniz varmaz.’ –H. Taner.
elifi mertek sanmak
çok cahil olmak: ‘Bir şişe görürsün, üstünde ‘ilaç’ yazar. Benim gibi elifi mertek sanan takımdansan şurup sanır içersin, zehirlenir ölürsün.’ –R. N. Güntekin.
elimi sallasam ellisi, başımı sallasam tellisi
elini sallasa ellisi, başını sallasa tellisi.
elinde avucunda nesi varsa
‘maddi olarak sahip olduğu her şey’ anlamında kullanılan bir söz.
elinde bulunmak (olmak)
o şeye sahip bulunmak.
elinde büyümek
1) büyütülmek, bakılmak: ‘Çocuklar Nimet Hanım adında bir kadının elinde büyüdüler.’ –R. N. Güntekin. 2) eğitilmek, bilgi, görgü ve terbiye sahibi olmak, yetiştirilmek: ‘Üstadım, ben sizin elinizde büyüdüm, sizden feyzaldım.’ –F. F. Tülbentçi.
elinde kalmak
1) birinin bakımında, yönetiminde olmak; 2) bir şey satılamayıp sahibinde kalmak.
elinde olmak
1) bakımı, gözetimi altında olmak; 2) egemenliği altında, yetkisinde olmak.
elinde patlamak
1) bir şey satılamayıp sahibinde kalmak; 2) haber vb.ni uygun zamanda kullanamayıp fırsatı kaçırmak.
elinde tutmak
1) kendi tekelinde bulundurmak, başkalarına kaptırmamak; 2) bir malı satmayıp bekletmek.
elinden (bir şeyi) düşürmemek
sürekli onunla ilgilenmek: ‘Kendileri sanata çok meraklılar, ellerinden hiç kitap düşürmezler.’ –M. İzgü.
elinden almak
bir şeyden mahrum etmek: ‘Özgürlüklerini ellerinden alıp birer araç hâline getiriyor onları.’ –A. Erhat.
elinden bir iş (şey) gelmemek
çaresizlikten veya yeteneksizlikten bir iş yapamamak: ‘Matbu kâğıtları doldurmaktan başka elinden bir iş gelmez, sorulmadıkça kendiliğinden konuştuğu görülmezdi.’ –R. H. Karay.
elinden bir kaza (sakatlık) çıkmak
istemeyerek birini yaralamak veya öldürmek: ‘Belki elinden bir kaza çıkar diye evine girmeye cesaret edemezdi.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
elinden geleni ardına (arkasına) koymamak
yapabileceği bütün kötülükleri yapmak: ‘Düşüncesini en iyi biçimde anlatabilmek için elinden geleni ardına koymamıştır.’ –S. Birsel.
elinden geleni yapmak
gücünün yettiği kadarını yapmak: ‘Bunu başarmak için elinden geleni yapacaksın, dedi.’ –İ. O. Anar.
elinden gelmek
yapabilmek: ‘Nesir az çok benim de elimden geldiği için midir nedir kabul edemiyorum şiirden güç olduğunu.’ –N. Ataç.
elinden hiçbir şey kurtulmamak
her şeyi becerebilmek.
elinden iş çıkmamak
çabuk iş görememek.
elinden iyi iş gelmek
becerikli, hünerli olmak.
elinden kan çıkmak
cinayet işlemek: ‘Kırk kanını Allah’a affettirmeye çalışırken kazara, elinden yeni bir kan çıkmıştı.’ –Ö. Seyfettin.
elinden kurtulmak
birinden kaçmayı başarmak: ‘Birtakım bahanelerle elimden kurtulacağını mı sanıyorsun?’ –A. M. Dranas.
elinden tutmak
1) yardım etmek; 2) kayırmak.
eline (elinize veya ellerinize) sağlık
el emeği ile güzel bir şey yapana söylenen iyi dilek sözü.
eline almak
1) bir işin veya yerin yönetimini üstlenmek; 2) bir işi kendi yapmaya başlamak.
eline ayağına kapanmak (sarılmak, düşmek)
birine çok yalvarmak.
eline ayağına üşenmemek
her türlü ayak hizmetini yüksünmeden yapmak, hamarat olmak.
eline düşmek
1) egemenliği, buyruğu altına girmek: Kale düşman eline düştü. 2) yakalanmak: Haydutların eline düştü. 3) birine muhtaç olmak: Elbet bir gün elime düşersin. 4) rastlamak, tesadüf etmek: Çocuk iyi bir öğretmenin eline düştü.
eline erkek eli değmemiş olmak
kız, namuslu olmak.
eline eteğine doğru
her türlü kötülükten uzak olan, dürüst.
eline eteğine sarılmak
çok yalvarmak.
eline fırsat geçmek
imkân bulmak: Hazır fırsat geçmiş eline, hiç öyle mi konuşulur?
