(bir şeyin) eti kemiği
esası, ana özelliği, asıl ağırlığı: ‘Bu iki ana renk pazar yerinin etini kemiğini teşkil ediyor.’ –B. R. Eyuboğlu.
(bir şeyin) girdabına kapılmak
etkisinde kalmak, o şeyin çekiciliğinden kurtulamamak.
(bir şeyin) gözü kör olsun
tkz. 1) bazı zorunlu durumlarda zararı istemeyerek kabullenmeyi anlatan bir söz; 2) gereksinim duyulan şeyin yokluğunda söylenen bir söz: Paranın gözü kör olsun.
(bir şeyin) gözünü çıkarmak
1) beceriksizce davranmak, zarara uğratmak; 2) tkz. iyisi dururken en kötüsünü seçmek.
(bir şeyin) hastası olmak
bir şeye çok düşkün olmak.
(bir şeyin) içine etmek (sıçmak)
kaba bozup berbat etmek, içine etmek.
(bir şeyin) ilminden anlamak
herhangi bir şeyin uzmanı olmak: ‘Onun ilminden anlayan şoför seni istediği yere götürür.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
(bir şeyin) izini düşürmek
iz düşümünü çıkarmak.
(bir şeyin) kanını emmek
insafsızca sömürmek: ‘Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa hâlinde katı toprak üzerine attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
(bir şeyin) kaymağını almak (yemek)
bir şeyin en büyük payını, kârını ele geçirmek.
(bir şeyin) kefaretini ödemek
cezasını çekmek: ‘O, kendisine düşen zulüm payının kefaretini ödedi.’ –N. F. Kısakürek.
(bir şeyin) keyfini çıkarmak
bir şeyden iyice tat almak: ‘Pazarın keyfini çıkarmak için saat ona doğru villanın ucu deniz kıyısına varan bahçesine çıktı.’ –S. Kocagöz.
(bir şeyin) künhüne varmak
bir şeyin özünü, aslını anlamak.
(bir şeyin) makarasını çözmek
ayrıntılarıyla sayıp dökmek: ‘Yukarı katta ihtiyar imamla yatalak hasta karısının aşağıdan tamamıyla işitilen kavgalarına dair hikâyelerinin makarasını çözerdi.’ –H. Z. Uşaklıgil.
(bir şeyin) muhasebesini yapmak
bir şeyin olumlu veya olumsuz yönlerini gözden geçirerek bir yargıya varmak.
(bir şeyin) önünü almak
önlemek: ‘En ucuz şekilde bu fesadın önünü almak için ne yapmak lazımsa söyleyiniz.’ –N. F. Kısakürek.
(bir şeyin) örneğini almak
biçimini çizmek.
(bir şeyin) örneğini çıkarmak
benzerini yapmak veya çizmek.
(bir şeyin) orucunda olmak
1) herhangi bir şeyi yemez içmez olmak; 2) bir şeyi yapmaz olmak: ‘Ayıplama kardeş, üç gündür lakırtı orucundayım.’ –H. R. Gürpınar.
(bir şeyin) pençesine düşmek
yakalanmak: ‘Karaborsa davalarında ise bunların nüfuzları sıfırdan aşağıdır çünkü bu hususta birçoğu Millî Korunma’nın pençesine düşmeye namzettir.’ –H. E. Adıvar.
(bir şeyin) rezili çıkmak
çok eskimek, bozulmak, parçalanmak: ‘Şu gömleğe bak, rezili çıkmış!’ –Ç. Altan.
(bir şeyin) sınırlarını (sınırını) zorlamak
1) en son noktaya kadar çaba göstermek; 2) bütün gücünü en son noktaya kadar kullanmak: ‘Hayatı boyunca akıl sınırlarını zorlayan bir korkusuzluğa sahip olacaktı.’ –A. Kulin.
(bir şeyin) telaşına dalmak
herhangi bir şeyle ilgili olarak heyecanla, aceleyle, sıkıntıyla davranmak: ‘Karısı akşam telaşına dalmış, çardağın etrafında dolanıp duruyordu.’ –N. Cumalı.
(bir şeyin) üstüne bir bardak (soğuk) su içmek
alay o işten umudunu kesmek, o işin olacağına inanmamak, o işten vazgeçmek.
(bir şeyin) üstüne gelmek
bir şey yapılırken veya konuşulurken çıkagelmek.
(bir şeyin) üstüne kapanmak
belli bir işi aralıksız bir biçimde yapmak: ‘Nevin tercüme etmeye hazırlandığı romanın üstüne kapandı.’ –S. F. Abasıyanık.
(bir şeyin) üstüne yatmak
hakkı yokken bir şeyi kendine mal etmek, bir şeyi alıp vermemek: ‘Bunlar eşeğin büsbütün üstüne mi yatmak istiyorlar?’ –M. Ş. Esendal.
(bir şeyin) üzerine bir bardak (soğuk) su içmek
alay üstüne bir bardak su içmek.
(bir şeyin) üzerine üzerine gitmek
üstüne üstüne gitmek.
(bir şeyin) yanından bile geçmemiş
‘o şeyle hiçbir ilgisi yok’ anlamında kullanılan bir söz.
(bir şeyin) yerini tutmak
1) bulunmayan bir nesnenin yerini almak, onu aratmamak: ‘Hiçbir kahvaltı simitle çayın yerini tutamaz.’ –S. F. Abasıyanık. 2) görevinden ayrılan birinin yaptığı işi yapabilmek.
(bir şeyin) yolunu tutmak
benimsemek, gereğini yerine getirmek: ‘Sen de biraz adamlığın yolunu tutmalısın.’ –R. N. Güntekin.
(bir şeyin) yüzü açılmak
güzelliği, parlaklığı ortaya çıkmak.
(bir şeyin) yüzüne hasret kalmak
o şeyden yoksun kalmak, hasret kalmak: ‘Burada yağdan yumurtadan geçtik, ekmek yüzüne hasret kaldık.’ –M. Ş. Esendal.
(bir şeyin) zamanı geçmek
1) o şey artık gerekli ve yerinde olmaktan çıkmak; 2) mevsimi geçmek.
(bir şeyin) zevkini çıkarmak
ondan olabildiği kadar zevk almak.
(bir şeyle) arası hoş (iyi) olmamak
o şeyden hoşlanmamak.
(bir şeyle) başa çıkmak
bir şeye gücü yetmek: ‘Varsın kıraç olsun tarlam / Taşlarını ayıklayacağım / Kazmayı sallayacağım / Karar vermişim / Toprakla başa çıkacağım’ –O. V. Kanık.
(bir şeyle) başı hoş olmamak
bir şeyden hoşlanmamak: ‘Benim içki ile başım hoş olmadı, şampanyadan sonra ha bire yedim durdum.’ –B. Felek.
(bir söz, birilerinin) ağzında çalkalanmak
üzerinde çok konuşulmak: ‘Fakat bütün memleketin ağzında çalkalanan bu evlerin anha minha 5000 liradan fazlaya çıkmayacağı.’ –S. F. Abasıyanık.
(bir yer bir olaya) sahne olmak
bir yerde bir olay geçmek.
(bir yer, birine) açık olmak
bir yerde her zaman iyi karşılanmak.
(bir yer, işte) yabancılık çekmek
bir iş veya çevrede yabancı olmaktan doğan güçlüklere uğramak.
(bir yer) adam almamak
son derece kalabalık olmak.
(bir yer) ayağının (ayaklar) altında
yüksek bir yerden geniş bir alanı görür durumda.
(bir yer) güneş almak (görmek)
güneş ışınlarıyla aydınlanacak durumda olmak: ‘O ev güneş görmüyor. Soba yanmazsa her şey nemleniyor.’ –A. Ümit.
(bir yer) karınca yuvası gibi kaynamak
çok kalabalık ve hareketli olmak.
(bir yer) kazan (biri) kepçe
‘bir yeri etraflıca (dolaşmak, aramak)’ anlamında kullanılan bir söz: İstanbul kazan ben kepçe, üç gün onu aradım.
(bir yer) mahşere dönmek
çok kalabalıklaşmak.
(bir yer) örümcek bağlamak
1) üzerinde örümcek ağı olmak; 2) mec. bir şey uzun süre kullanılmadan kendi hâline bırakılmış olmak.
(bir yer) pazar yerine dönmek
kalabalıklaşmak.
(bir yer) zindan kesilmek
1) çok karanlık duruma gelmek; 2) çok sıkıcı ve içinde yaşanmaz duruma gelmek: ‘Lakin bir gün öyle bir şey olmuştu ki Özbekiye Bahçesi gözümde âdeta zindan kesildiydi.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
(bir yer) zindan olmak
yaşanmaz, huzursuz, rahatsız, zevk alınmaz duruma gelmek: Evi ona zindan oldu.
(bir yerde) cinler cirit (top) oynamak
o yer ıssız olmak: ‘Şimdi koca çiftliğin yirmi odasında cinler top oynuyor.’ –S. F. Abasıyanık.
(bir yerde) cirit atmak
bir yerde çokça bulunmak, sık dolaşmak ve serbestçe davranmak: Fareler evde cirit atıyor.
(bir yerde) ecinniler top oynuyor
‘bomboş, kimse yok, ıssız ve sessiz’ anlamında kullanılan bir söz.
(bir yerde) gözünü açmak
o yerde olduğunun farkına varmak.
(bir yerde) hazır bulunmak (olmak)
1) bir yerde var olmak, kendi bulunmak; 2) bir şeyi hemen yapabilecek durumda olmak.
(bir yerde) içecek suyu olmak
o yere gitmesi kısmet olmak.
(bir yerde) ikamete memur edilmek
esk. sürgün cezası verilmek.
(bir yerden, bir şeyden) elini ayağını (eteğini) kesmek (çekmek)
1) uğramaz olmak; 2) uğraşmamak, ilgilenmemek: ‘Ben artık öyle şeylerden elimi ayağımı çektim.’ –O. C. Kaygılı. 3) o şeyle ilgisini kesmek: ‘Odasına kapandı, aylarca dünyadan elini eteğini çekti.’ –R. H. Karay.
(bir yerden) ayağını çekmek
sık sık gittiği bir yere artık uğramaz olmak, ilgiyi kesmek.
(bir yerden) ayağını kesmek
1) bir yere gitmez olmak, uğramamak; 2) başkasını bir yere artık uğramaz duruma getirmek.
(bir yerden) kendini dar atmak
güçlükle ve ivedi olarak bir yere sığınmak, kaçmak: ‘Zavallı ihtiyarlar, sabah oldu mu bir yangından kaçar gibi kendilerini evden dar atıyorlar, gece yarısına kadar kahvede oturuyorlar, kavga ediyorlar, uyukluyorlardı.’ –R. N. Güntekin.
(bir yerden) payandaları çözmek
argo ayrılmak, kaçmak, uzaklaşmak.
(bir yere) abayı sermek
1) istenilmediği hâlde teklifsizce yerleşmek; 2) uzun süre yerleşip kalmak.
(bir yere) adım (adımını) atmamak
gitmemek, uğramamak: ‘Faik Bey artık konağa adımını atmıyor, artık ne Servet Bey’e hatta ne de Cemal’e görünüyordu.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
(bir yere) ayağı alışmak
bir yere sürekli gitmek: ‘Ayağı buraya alışmasın, sonra yabancı misafirler varken de gelir, beni rezil eder.’ –P. Safa.
(bir yere) ayağı düşmek
yolu düşmek.
(bir yere) ayak atmamak
bir yere hiç gitmemek, uğramamak.
(bir yere) baş tutmak
elebaşı olmak.
(bir yere) başını sokmak
barınacak bir yer bulmak: ‘Çok şükür başımızı bir yere soktuk, şimdilik tatlı söyleyelim tatlı yiyelim.’ –Z. Selimoğlu.
(bir yere) kakılıp kalmak
beklemek zorunda kalmak, hiçbir yere gidememek: ‘Dedeye -yeni şakirdiniz efendim- diyerek çekilip gidince kız odanın ortasında kakılıp kaldı.’ –H. E. Adıvar.
(bir yere) kapağı atmak
sıkıntısız, rahat bir yere sığınmak, kaçıp kurtulmak: ‘Garajlara en yakın bir otele kapağı atmış, hemen yatıp uyumuştu.’ –E. Bener.
(bir yere) kendini atmak
vakit geçirmeden hemen gitmek.
(bir yere) para akmak
yatırım yapılmak: ‘Yeteneksiz, hırslı mahalle politikacıları, kendi şehirlerine para aksın diye üniversite açma ticaretine girdiler.’ –A. Boysan.
(bir yere) parmak basmak
1) imza yerine parmağını mürekkebe batırarak bir yere bastırmak: ‘Ben bu dileğin altına bilmem kaç kuruşluk pul yapıştırtıp, binlerce yurttaşa parmak bastırtıp yirmi metre uzunluğunda bir dilek kâğıdı olarak size sunabilirdim.’ –N. Hikmet. 2) mec. bir konu üzerine dikkati, ilgiyi çekmek: ‘Bu arada benim öteden beri gözüme çarpan bir noktaya şimdi parmak basacağım.’ –B. Felek.
(bir yere) temel kakmak
bulunduğu yerden kolay kolay ayrılacak gibi olmamak.
(bir yere) yolu düşmek
o yerden geçmesi gerekmek.
(bir yeri birine) zindan etmek
bir yeri yaşanmaz, huzursuz, rahatsız, zevk alınmaz bir duruma getirmek: ‘Ah evladım, sorma, onu bir zalim herif aldı, zavallı tazeye dünyayı zindan etti.’ –Ö. Seyfettin.
(bir yeri, bir şeyi) tozpembe görmek
aşırı iyimser olmak: ‘Fakat aynı adamın bütün sıkıntılarına rağmen, kara ufukları tozpembe gördüğü … anlar da vardır.’ –Ş. Rado.
(bir yeri) adım adım gezmek
her yerini dolaşıp görmek.
(bir yeri) ahıra çevirmek
pis, bakımsız, dağınık, harap, gürültülü duruma getirmek.
(bir yeri) curcunaya çevirmek (döndürmek veya vermek)
ortalığı karışık, gürültülü duruma sokmak.
(bir yeri) gürültüye vermek
telaş ve karışıklığa yol açmak.
(bir yeri) ırgat pazarına döndürmek
karışık ve dağınık bir duruma getirmek.
(bir yeri) komşu kapısı yapmak
sık gidilen yer hâline getirmek.
(bir yeri) komşu kapısına çevirmek
yakın olmadığı ve sık sık uğranılması gerekmediği hâlde bir yere çok sık gitmek.
(bir yeri) örümcek sarmak
bir yer örümcek ağları ile dolmak.
(bir yeri) patırtıya vermek
gürültüye vermek.
(bir yeri) pislik götürmek
o yer, çok pis olmak.
(bir yeri) sel götürmek
1) çok yağmur yağmak; 2) çok yağmurdan dolayı bir bölgede, yollar zor geçilir duruma gelmek.
(bir yeri) yol etmek
o yere sık sık gitmek: ‘Yol etti kendisine ihtiyarlar kahvesini.’ –K. Korcan.
(bir yerin, bir işin) başına gelmek
bir görevi üstlenmek, yüklenmek.
(bir yerin, bir şeyin) havasını teneffüs etmek
1) içinde hissetmek; 2) ortamı yaşamak: ‘Orada insanlığın, faziletin, sevginin havasını teneffüs edeceğiz.’ –O. S. Orhon.
(bir yerin) içinden olmak
bir yerin merkezinde yaşamak veya orada doğmuş bulunmak.
(bir yerin) suyu mu çıktı?
‘beğenilmeyecek nesini gördün?’ anlamında kullanılan bir söz.
(bir yerin) üst başı
yukarı yanı, yukarıda olan bölümü: ‘… önlerine katıp köyün üst başındaki pınar yerine çıktılar.’ –M. Ş. Esendal.
(bir yiyecek) ağzında büyümek
sevmediğinden veya içi almadığından yutamamak.
(bir yola) baş koymak
bir şey uğruna ölümü göze almak: ‘Çeşitli tehlikelerden var olduğunu bilerek bu işe girişip baş koymuşlardı.’ –O. Aysu.
