duyulur duyulmaz
1) çok alçak ancak işitilebilen (ses); 2) haber öğrenilir öğrenilmez.
duyum almak
bir konu hakkında haber almak, bilgi edinmek.
duyuruda bulunmak
duyurmak.
düz duvara tırmanmak
çocuk, çok yaramazlık yapmak.
düze indirmek
eşkıyalıktan vazgeçirmek: ‘Ezilmemiş onun karşısında, kısadan giderivermiş vaatle düze indirdiği adamın merakını.’ –K. Korcan.
düze inmek
eşkıyalıktan vazgeçmek: ‘Düğünevinin avlusuna girerken yeni düze inmiş efeler gibi nara attı.’ –Ö. Seyfettin.
düzen kurmak
1) işler duruma getirmek; 2) düzenlemek: ‘Ağaçlarla evler arasında bir düzen kurmadıkça bir şehrin tadı tuzu kalır mı?’ –B. R. Eyuboğlu. 3) mec. hileye başvurmak.
düzen vermek (düzene koymak, düzene sokmak)
1) düzenlemek, dağınıklıktan kurtarmak: ‘Onun kendi yaşayışına yeni bir düzen vermesi gerekiyordu.’ –T. Buğra. ‘Yatak odasını düzene sokmakla meşguldü.’ –R. H. Karay. 2) akort etmek: ‘Şu sazıma bir düzen ver.’ –Âşık Ali İzzet.
ebedî uykuya dalmak
ölmek: ‘Bu mezarda iki harp ve aile kahramanı ebedî uykusuna dalmıştı.’ –A. Gündüz.
ebediyete intikal etmek
ölmek.
ecel aman verirse
‘ömür yeterse, ölmezsem’ anlamında kullanılan bir söz.
eceli gelmek
ölümü veya yok olması kaçınılmaz duruma gelmek: ‘Bizim oralarda eceli gelmeden vuruyorlar adamı.’ –A. Kulin.
eceline susamak
ölmek istermiş gibi tehlikeli işlere girişmek.
eceliyle ölmek
olağan sayılan herhangi bir biçimde ölmek.
edebini takınmak
edepli davranmaya başlamak.
edebiyat yapmak
bir konu üzerinde gereksiz yere süslü sözler söylemek: ‘Biz edebiyat yapmıyoruz, gazetecilik ediyoruz, modern gazetecilik!’ –M. Ş. Esendal.
edep etmek
utanmak, sıkılmak.
edep yahu
kötü davranışlarda bulunanlara ‘utan, edebini takın’ anlamında kullanılan bir söz.
edeptir söylemesi
hlk. ‘affedersiniz, söylemesi ayıptır ama’ anlamında kullanılan bir söz: Edeptir söylemesi, donuna kaçırmış.
efendi gibi yaşamak
sıkıntısız, varlık içinde yaşamak.
efendiden bir adam
terbiyeli, kibar ve ağırbaşlı kimse.
efendime söyleyeyim
1) söz söylerken gerekli kelimeyi bulamayan bir kimsenin kullandığı bir söz: ‘Efendime söyleyeyim, sütlü bir mısır kebabı derken bir sivrisinek bulutudur havalanmış çeltik batağından.’ –B. R. Eyuboğlu. 2) örnek olarak, mesela.
efkâr basmak
tasalanmak, kaygılanmak: ‘Efkâr basınca, haftaları ay, ayları yıl diye hesap eder mahkûm.’ –K. Korcan.
efkâr dağıtmak
sıkıntıyı gidermek, üzüntüden uzaklaşmak.
efkârı dağılmak
sıkıntı ve üzüntüden kurtulmak, rahatlamak, huzur bulmak: ‘Ona ne zaman rastlarsanız, konuşsanız içiniz açılır, efkârınız dağılır.’ –H. Taner.
eflake ser çekmek
çok yüksek olmak.
efradını cami, ağyarını mâni
‘ne eksik ne fazla, eksiği artığı olmayan’ anlamında kullanılan bir söz.
eğilip bükülmek
bir kimsenin karşısında sıkıntı, utanç vb. duygularını açığa vuracak hareketlerde bulunmak.
eğitim almak
belli bir bilim dalı veya sanat kolunda yetişmek.
eğitim vermek
belli bir bilim dalı veya sanat kolunda yetiştirmek.
eğreti almak
ödünç almak.
eğreti oturmak
bir yerde çok kısa süre kalacakmış gibi oturmak.
eğreti vermek
ödünç vermek.
eğretiye almak
bir yapının alt bölümünü onarmak için üstünü destekler üzerinde durdurmak.
eğri (eğri gözle) bakmak
kötü düşünce ile bakmak.
eğri gemi doğru sefer
‘kullanılan araç yetersiz ancak yapılan iş isteğe uygun’ anlamında kullanılan bir söz.
eğrisi doğrusuna gelmek
olmayacak gibi görünen bir iş, bir girişim, rastlantı sonucu olumlu bitmek.
ejder gibi
iri yapılı ve korkunç görünüşlü.
ejderha gibi
ejder gibi.
ek bent olmak
şaşırıp ne diyeceğini bilememek.
ekini belli etmemek
eksik, bozuk, yanlış, kusurlu bir işi sağlam, doğru ve doğal imiş gibi gösterme becerisini kanıtlamak: ‘Ben doğrusu beğeniyorum, dedi, kadın yağ satıyor, yumurta satıyor, ekini belli etmiyor ya!’ –M. Ş. Esendal.
ekip biçmek
tarım yapmak.
ekmediği yerden biter
umulmayan ve istenilmeyen yerde karşılaşılan kimseler için kullanılan bir söz.
ekmeğinden etmek
işinden çıkarmak, işinden atmak.
ekmeğinden olmak
geçimini sağlayan işinden zorunlu olarak ayrılmak: ‘Bu anormal gidiş bir yerden patlak verirse ahir ömründe ekmeğinden de olabilirdi.’ –K. Korcan.
ekmeğine göz koymak (dikmek)
birinin geçimini sağlayan işi elinden almaya çalışmak.
ekmeğini çıkarmak
çalıştığı işten geçimini karşılayacak kadar kazanç sağlamak: ‘Şu dünyada her birimiz alnımızın teriyle ekmeğimizi çıkarmak zorundayız.’ –Halikarnas Balıkçısı.
ekmeğini kana doğramak
büyük bir sıkıntı ve üzüntüye katlanmak.
ekmeğini kazanmak
geçimini sağlamak: ‘İçi huzurlu, akşama dek çalışmış, ekmeğini kazanmış.’ –M. İzgü.
ekmeğini taştan çıkarmak
1) geçimini sağlamakta çok becerikli olmak; 2) en zor koşullarda bile kazancını sağlamak: ‘Bu cins çocukların da ekmeğini taştan çıkarmak için ölürcesine çalıştıklarını görüyorum.’ –S. F. Abasıyanık.
ekmeğini yemek
1) birisinin işinde çalışarak kendi geçimini sağlamak: ‘Bedavadan ekmeğini yediği gazeteyi tekmeledikten sonra, aynı gazete geriye döneni tekrar bağrına nasıl basar?’ –N. F. Kısakürek. 2) geçim yönünden birisinin yardımından yararlanmak: Oğlunun ekmeğini yiyemeden öldü.
ekmek elden su gölden
‘kendisi çalışmayıp başkasının kazancıyla geçinme durumu’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Uygar yaşamlarında ekmek elden su göldendi.’ –A. Kutlu.
ekonomi yapmak
tutumlu davranmak.
eksik doğmak
vaktinden önce veya organları gelişmeden doğmak.
eksik etmemek
her zaman bulundurmak: ‘Sağ gözünden, güneş vurdukça sağa sola yansıyan tek gözlüğünü eksik etmezdi.’ –A. İlhan.
eksik gedik kapamak
ufak tefek gereksinimleri karşılamak.
eksik gelmek
yetişmemek, yetmemek.
eksik olma!
‘var ol, sağ ol!’ anlamında kullanılan bir söz.
eksik olmamak
her vakit ve her fırsatta bulunmak: ‘Yalnız bizim Babıali yazı piyasasında sipahi bölüğü imamının bulduğu çareye başvurup bir gaza kahramanı kesilenler eksik değil.’ –N. Hikmet. ‘Bir ufak sac mangal, kış yaz önünden eksik olmaz.’ –M. Ş. Esendal.
eksiltmeye çıkarmak
bir işi, istekliler arasında en ucuz fiyat verene bırakmak için ihaleye çıkarmak.
el açmak
1) dilenmek: ‘Oturup kör gibi, namerde el açmak iyi mi?’ –M. A. Ersoy. 2) başkasının yardımını isteyecek durumda olmak; 3) kâğıt açmak.
el almak
1) esk. tarikatlarda bir mürit, mürşidinden, başkalarına yol gösterme iznini almak; 2) bir sanatı yapmak için ustanın iznini almak; 3) kâğıt oyunlarında karşı tarafın oynadığı kâğıdın daha önemlisini oynayarak üstünlük sağlamak.
el arı düşman gayreti
‘dosta düşmana karşı küçük düşmemek için çaba gösterme’ anlamında kullanılan bir söz.
el atmak
1) birisinin işine karışmak, müdahale etmek: ‘Nereye el atsak, altından kirli işler çıkıyor.’ –H. Topuz. 2) bir işe girişmek, teşebbüs etmek: ‘Elbette birçok önemli konulara el attı ama ulusumuzun temel sorunlarından bazıları yüzüstü duruyor.’ –T. Halman. 3) sarkıntılık etmek: ‘Üvey babasının teklifleri, tenhalarda şurasına burasına el atması.’ –O. Kemal. 4) yardım etmek, ilgilenmek.
el ayak çekilmek
ortalıkta hiç kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek: ‘Yollar ıssızdı, el ayak çekilmişti, sokaklarda yolu şaşırdım.’ –Halikarnas Balıkçısı.
el bağlamak
1) saygı için ellerini göbeğinin üstüne kavuşturup durmak; 2) namaza durmak: ‘Durup el bağlayalar yâran saf saf.’ –Baki.
el basmak
kutsal bir şey üzerine el koyarak yemin etmek.
el bebek gül bebek
nazlı, şımarık bir biçimde: ‘Varlıklı, görgülü bir ailenin el bebek gül bebek yetiştirilmiş çocuğusunuz.’ –H. Taner.
el bende!
‘tekrarlanan oyunda başlama sırası veya hakkı bende’ anlamında kullanılan bir söz.
el birliği etmek
birlikte davranmak, dayanışmak.
el çekmek
vazgeçmek.
el çektirmek
görevinden uzaklaştırmak: ‘Sorumluları tespit edildi, işten el çektirildi.’ –M. Ş. Esendal.
el çırpmak
1) alkışlamak, tempo tutmak: ‘Bir köylü oturduğu yerde cura çalıyor, birkaç delikanlı etrafında el çırparak ayak vurarak türkü söylüyorlardı.’ –R. N. Güntekin. 2) birini çağırmak için ellerini birbirine vurmak.
el dokunulmamak
daha önce kullanılmamak, el değmemiş olmak: ‘El dokunulmamışından canı yandığından artık az kullanılmışına fit oldu.’ –H. Taner.
el el üstünde oturmak
herhangi bir iş yapmadan boş oturmak: ‘Herhâlde konağın kuytu bir köşesinde, gene el el üstünde oturuyor olmalıydı.’ –R. N. Güntekin.
el elde baş başta
elde bulunan her şeyin tükendiğini anlatan bir söz: ‘Balya’da beş on lira kazanmıştı. Onları da yedik, el elde baş başta.’ –R. N. Güntekin.
el ele vermek
1) el tutuşmak: ‘Haydi, ateş dansı yapalım deniyor, el ele verip bir halay çekiyoruz.’ –A. Erhat. 2) mec. birlikte davranmak, bir konuda birleşmek: ‘Yoksa el ele verip hep beraber dünyayı mı uçuralım?’ –N. F. Kısakürek.
el emeği göz nuru
yapımı uzun zaman alan ve çok emek isteyen iş, el işi göz nuru.
el ense çekmek (etmek)
1) sp. güreşte, kolunu hasmın boynuna getirip başparmağı gırtlağa, dört parmağı da enseye geçirerek hasmı yıkmak amacıyla çekmek; 2) mec. yenmek, mağlup etmek.
el etek öpmek
1) bir işi yaptırmak için çok yalvarmak; 2) yaltaklanmak.
el etek tutmak
tarikata girmek, derviş olmak.
el etmek
1) bir kimseyi el işaretiyle çağırmak: ‘Hemen ablasına bulunduğu yerden el etti.’ –N. Cumalı. 2) uzaktan el sallamak.
el işi göz nuru
el emeği göz nuru.
el iyisi olmak
yakın çevresine değil, yabancılara yardımcı olmayı sevmek.
el kadar
çok küçük, küçücük.
el kaldırmak
1) oy verdiğini veya söz istediğini elini kaldırarak belirtmek; 2) birine, bir şeye vurmaya kalkışmak: ‘İtlerden birine el kaldırmanın cezası ölüm idi.’ –M. İzgü.
el kapısına düşmek
yabancıya muhtaç olmak: ‘Başından nasıl bir sergüzeşt geçmişti de böyle el kapılarına düşmüştü?’ –R. H. Karay.
el katmak
1) bir işe karışmak, müdahale etmek; 2) bir işin yapılmasına yardım etmek.
el kazanıyla aş kaynatmak
başkasının hazırladığı imkânları kendi hesabına kullanarak iş çevirmek.
el ovuşturmak
1) birinin karşısında ezilip büzülmek; 2) birinin kötü duruma düşmesine içten içe sevinmek.
el pençe
el pençe divan.
el pençe divan
1) saygı gösterilen kimse karşısında el kavuşturmuş bir biçimde: ‘Doğruldu, el pençe divan durdu, başını önüne eğdi.’ –P. Safa. 2) aşırı saygı göstererek: ‘Dayımı el pençe divan karşılar, ne yiyip ne içeceğini sormazdı, çünkü bilirdi.’ –A. Boysan.
el sıkışmak
pazarlıkta anlaşmak.
el sıkmak
selamlaşmak için birinin elini tutmak.
el sürmemek
1) dokunmamak, değmemek; 2) bir işi yapmamak, ilgilenmemek: ‘Canım dalga geçmek, akşama kadar bir şeye el sürmemek istiyordu.’ –Ö. Seyfettin.
el tazelemek
bir işte yorulan kimse yerine başka birini getirmek.
el tutmak
bir iş uzun süre uğraştırmak, vakit kaybettirmek.
el uzatmak
1) birinden bir hakkı almaya kalkışmak: ‘Ne var ki niye bizim lokmamıza el uzatırlar?’ –A. İlhan. 2) yardım etmek: ‘Sözü geçecek, en umulmadık bir zamanda kendine el uzatabilecek bir adam olmadığı nereden belli?’ –R. N. Güntekin.
el vermek
1) yardım etmek; 2) esk. tarikatlarda mürşit, bir müride, başkalarına yol gösterme izni vermek; 3) halk hekimliği ile uğraşan kimse bilgilerini bir başkasına öğretmek; 4) kâğıt oyunlarında elde olan veya olmayan sebeplerle oyun üstünlüğünü karşı tarafa bırakmak.
el vurmamak
bir işi yapmaya yanaşmamak ve başlamamak.
