düdük gibi kalmak
1) yapayalnız kalmak; 2) zayıflamak.
düğmük atmak
düğümlemek: ‘Bazı aileler resmî nikâh yanında bir de imam nikâhı kıyıveriyorlarmış. Bunu da bir paketin kınnapla bağlandıktan sonra düğmük üstüne düğmük atılmasına benzetiyorlar.’ –Ç. Altan.
düğüm atmak
düğümlemek: ‘Bir ağıtla mendillerinin, yazmalarının ucuna düğüm attılar.’ –L. Tekin.
düğüm düğüm olmak (düğümlenmek)
1) çok karışık bir duruma gelmek; 2) birbirine geçmek; 3) içinden çıkılmaz bir durum almak.
düğüm üstüne düğüm vurmak (atmak)
parasını pintilik ederek saklamak.
düğüm vurmak
1) düğümlemek; 2) parasını pintilik ederek saklamak, biriktirmek.
düğümünü çözmek
anlaşılmaz bir şeyi anlaşılır duruma getirmek.
düğün aşıyla dost ağırlanmaz
‘ağırlamanın değeri, özel olarak hazırlanmasında, bir fedakârlık yapılmasındadır’ anlamında kullanılan bir söz.
düğün bayram etmek
çok sevinmek, çok sevinç duymak.
düğün değil bayram değil, eniştem beni niye öptü
gösterilen yakınlığın, iltifatın gizli bir nedeni olduğu düşünüldüğünde söylenen bir söz.
düğün dernek, hep bir örnek
olayların veya yapılan işlerin hep birbirine benzediğini anlatan bir söz.
düğün pilavıyla dost ağırlamak
başkasının kesesinden veya elinden ikramda bulunmak.
düğünevi gibi
sevinçli ve telaşlı bir kalabalık bulunan (yer).
dul kalmak
kadın veya erkeğin eşi ölmek: ‘Hatice Hanım pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı.’ –Ö. Seyfettin.
dulda tutmak
örtünmek, koruyacak biçimde sarınmak: ‘Bulgar dağında yatarım / Yorganı dulda tutarım’ –Halk türküsü.
duman almak
1) sis kaplamak, sis bürümek; 2) sigara dumanını içine çekmek.
duman altı etmek
bulunulan yerin havasını esrar, sigara vb. dumanıyla doldurmak.
duman altı olmak
esrar, sigara vb. içilen bir yerin havasından etkilenmek.
duman attırmak
argo kötü duruma düşürmek, geride bırakmak, birini yıldırmak: ‘Ama yerine göre karşısına dikilenlere de duman attırır.’ –R. N. Güntekin.
duman etmek
argo 1) dağıtmak, bozmak, yok etmek: ‘Ortalığı duman görür, duman etmek isterdi.’ –S. F. Abasıyanık. 2) yenmek, başarı sağlamak.
duman vermek
1) çok duman çıkarmak; 2) mec. ortalığı karıştırmak: ‘Sonra sen gazetende istediğin gibi ver dumanı.’ –A. İlhan.
dumana boğmak
1) duman içinde bırakmak; 2) mec. bunaltmak, şüphe içinde bırakmak: ‘Adamın kafasını katiyen aydınlatmamalı, karıştırmalı ve dumana boğmalısınız.’ –H. E. Adıvar.
dumanı doğru çıksın
‘iyi ve güzel olmasa bile yönteme uygun olsun’ anlamında kullanılan bir söz.
dumanı tepesinden çıkmak
bir acının ateşiyle yanıp tutuşmak.
dümen çevirmek
tkz. hileye, düzene başvurmak.
dümen kırmak
yön değiştirmek: ‘Herhâlde kaçmayı düşünüyor olmalıydı. Yolun kenarındaki tek tük ağaçlara doğru dümen kırdı.’ –R. N. Güntekin.
dümen kullanmak
argo bir işi kurnazca yönetmek.
dümen tutmak
den. teknenin gideceği yolu gözleyerek dümeni yönetmek: ‘Kimimiz dümen tutar mavnalarda / Kimimiz çımacıdır halat başında’ –O. V. Kanık.
dümen yapmak
argo dalavere, hile ile birini kandırmak, aldatmaya çalışmak.
dümeni elinde tutmak
yönlendirici durumda olmak.
dümeni kırmak
argo çekip gitmek, kaçmak, uzaklaşmak.
dümenine bakmak
argo şartlar ne olursa olsun çıkarını gözetmek.
dumura uğramak
körelmek: ‘Aşk, bende öyle dumura uğramış bir duygu ki sevmek hasretini bile duyamıyorum.’ –R. N. Güntekin.
dün bir, bugün iki
‘herhangi bir şeye başladığından beri çok az zaman geçtiği hâlde’ anlamında kullanılan bir söz.
dünden hazır (razı) olmak
kendisine yapılan bir öneriyi seve seve ve hemen kabul etmek.
dünür gezmek
evlenecek erkek için kız aramaya çıkmak.
dünür gitmek
evlenecek kimse için kız istemeye gitmek: ‘Dayısı, amcası dâhil, obadan, oymaktan kimse dünür gitmeye gönüllü değildir.’ –T. Buğra.
dünya (dünyalar) birinin olmak
çok sevinmek: ‘Suların üzerimize devrilmesinden önce yukarıya bir varsak dünya bizim olacaktı.’ –Halikarnas Balıkçısı.
dünya ahret kardeşim (bacım) (olsun)
bir kişiye kardeşlik duygusundan başka bir gözle bakılmadığını anlatan bir söz.
dünya başına dar olmak (gelmek)
çok sıkılmak, büyük bir çaresizlik içinde kalmak.
dünya başına yıkılmak
çok sıkılmak, umutlarını yitirmek: ‘Defteri abimin elinde görünce, dünya başıma yıkıldı, basbayağı gözlerim karardı.’ –A. Ağaoğlu.
dünya bir araya gelse
1) ‘dünyadaki bütün insanlar engel olmaya kalksa bile’ anlamında kullanılan bir söz: ‘… bütün dünya bir araya gelse fikrimi değiştiremez.’ –Ö. Seyfettin. 2) ‘dünyadaki bütün insanlar bir araya toplansa bile’ anlamında kullanılan bir söz.
dünya durdukça durasın!
‘çok yaşa, Tanrı sana sonsuz bir ömür versin!’ anlamında kullanılan bir iyi dilek sözü.
dünya gözü ile görmek
ölmeden önce görmek: ‘Seni dünya gözüyle bir daha görmeyi nasip edene şükrolsun.’ –Y. Kemal.
dünya gözüne zindan olmak (görünmek veya kesilmek)
büyük bir karamsarlık ve umutsuzluk içinde olmak.
dünya kadar
pek çok: ‘Eve döneyim desen Feneryolu istasyonuna dünya kadar yol var.’ –S. M. Alus.
dünya kelamı etmek
1) konuşmak; 2) konuşulmaması gereken yerde konuşmak.
dünya varmış
sıkıntılı bir durumdan kurtulan kimsenin söylediği söz: İçerisi zindan gibiydi, oh burada dünya varmış!
dünya yıkılsa umurunda değil
‘hiçbir şeyle ilgilenmez, sorumsuz, kaygısız’ anlamında kullanılan bir söz.
dünya yüzü görmemek
kapalı bir yerde sürekli kalmak.
dünyadan el etek (elini eteğini) çekmek
bir kenara çekilip çevresiyle ilgisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmamak, dünya işleriyle ilgilenmez olmak: ‘Yedi saatlik evliler, şimdiden mi dünyadan el etek çekiyor?’ –N. F. Kısakürek.
dünyadan geçmek (el çekmek)
bir kenara çekilip toplum yaşamına karışmamak.
dünyadan haberi olmamak
çevresinde olup bitenleri bilmemek.
dünyaevine girmek
evlenmek: ‘Yaşları daha genç görünüyor fakat buralarda yapılan ilk iş eli ekmek tutar tutmaz dünyaevine girmek olduğu için kim bilir kaç sene evvel evlendiler.’ –R. N. Güntekin.
dünyalara değişmemek
her şeyden daha fazla sevmek.
dünyalığı doğrultmak
yaşamı süresince yetecek parayı kazanmak.
dünyanın dört bucağı
dünyanın her yanı, her yönü: Dünyanın dört bucağından gelen gezginler…
dünyanın kaç bucak (köşe) olduğunu göstermek (anlamak)
dünyada ne gibi güçlükler olduğunu bildirmek (anlamak), insanın başına neler gelebileceğini öğretmek veya öğrenmek.
dünyanın öbür ucu
çok uzak yer.
dünyanın tadını çıkarmak
bütün zevklerden yararlanmak, mutlu ve rahat yaşamak: ‘Dünyanın tadını çıkarmaya devam ettik.’ –O. Kemal.
dünyasından geçmek
her şeye karşı ilgisiz duruma gelmek.
dünyaya gelmek
insan, doğmak: ‘Sonunda ne kadar istedilerse de erkek çocukları dünyaya gelmedi.’ –N. Cumalı.
dünyaya getirmek
doğurmak: ‘Hayriye Hanım yedi gün evvel ilk çocuğunu dünyaya getirmiştir.’ –R. N. Güntekin.
dünyaya gözlerini kapamak (yummak)
ölmek: ‘Bir sabah söyledi son sözlerini / Yumdu dünyaya ela gözlerini’ –Y. K. Beyatlı.
dünyaya kazık çakmak (kakmak)
tkz. çok uzun ömürlü olmak, çok yaşamak.
dünyaya yuf borusu öttürmek
ölmek: ‘Mektubun elinize değmesinden epeyce zaman evvel dünyaya yuf borusu öttürmüş olacak.’ –R. N. Güntekin.
dünyayı anlamak
dünyada neler olduğunu öğrenmek, deneyimi artmak.
dünyayı ben yarattım demek
aşırı mağrur olmak, büyüklenmek.
dünyayı ben yarattım havasında olmak
çevresinde güçlü olduğu düşüncesini oluşturmak: ‘O da oğlanın, dünyayı ben yarattım havalarındaki tavrından rahatsız olmuştu.’ –A. Ümit.
dünyayı görmemek
bir konuya veya bir işe aşırı odaklanıp çevre ile ilgilenmemek: ‘Günlerce, haftalarca kitapların içine gömülür, dünyayı görmezdim.’ –R. N. Güntekin.
dünyayı haram etmek
bir yeri yaşanılmaz duruma getirmek: ‘… kadıncağıza, o iki zavallı öksüz kızcağıza, dünyayı haram ediyor.’ –A. İlhan.
dünyayı tozpembe görmek
üzücü durumlara bile iyimser gözle bakmak: ‘Gümüş şamdanların, pembe karanfillerin, kristallerin renk renk, ışık ışık parladığı sofralarda melek yüzlü, tatlı dilli insanlarla konuşur, dünyayı tozpembe görürdük.’ –M. Ş. Esendal.
dünyayı tutmak
çok yayılmak, her yere dağılmak: ‘Şöhreti dünyayı tutan Paris kadını nadiren güzeldir.’ –A. Haşim.
dur durak (dur dinlen veya dur otur) yok
durup dinlenmeden sürekli çalışmayı anlatan bir söz: ‘Gayri bana dur durak yok… Muhasebe müdürü … çalışmamdan hoşnut değilmiş.’ –T. Dursun K.
dur! (durun!)
‘biraz zaman geçsin’ anlamıyla cümlelerin başına gelen bir söz: Dur! Bu işi ben yaparım. Durun hele, bakalım ne olacak!
durgunluk çökmek
sessiz, sakin duruma girmek: ‘Posta kâtibi eskiden çok sert bir adamdı. Fakat gitgide ona garip bir durgunluk çökmüştü.’ –R. N. Güntekin.
durum almak
1) belli bir duruş biçimine geçmek; 2) bir olay karşısında belli bir tavır almak.
durumdan ders çıkarmak
içinde bulunulan şartları değerlendirerek yanlış adım atmamak.
durumdan vazife çıkarmak
içinde bulunulan şartları değerlendirerek sorumluluk yüklenmek.
düş kırıklığı yaratmak
beklentileri karşılayamamaktan dolayı burukluğa yol açmak: ‘Karşısındaki kadında düş kırıklığı yarattığının farkında.’ –A. Kulin.
düş kırıklığına uğramak
beklediği sonucu alamamak: ‘Uğradığı düş kırıklığı adımlarına yansıyan sünepe bir adam.’ –A. Ümit.
düşeş atmak
1) tavlada zarlar altı altı gelmek: ‘Terlikçi İhsan, üst üste iki düşeş atmakla marsı sağlamış gibiydi.’ –H. Taner. 2) mec. umulmadık bir başarı kazanmak.
düşman (düşmanı) kesilmek
düşman olmak, düşman gibi görmek: ‘Şu dakika yalnız bu memleketin değil, bütün insanlığın düşmanı kesilmişti.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
düşman başına
durumun kötü olduğunu göstermek için kullanılan bir söz: ‘Hele ihtiyarlıkta yatağa düşmek, düşman başına.’ –A. İlhan.
düşman çatlatmak
iyi durum ve başarılarla düşmanı kıskandırmak veya kızdırmak.
düşman olmak
kin beslemeye başlamak.
düşüncesini açmak
görüşünü bildirmek.
düşüncesini okumak
bir kimsenin ne düşündüğünü anlamak.
düşünceye dalmak
derin derin düşünmek: ‘Rıhtımda bir aşağı bir yukarı dolaşanları seyre müsait bir iskemlede düşünceye daldım.’ –S. F. Abasıyanık.
düşünceye varmak
bir görüşe veya karara varmak, bir inanca ulaşmak.
düşünüp (düşünmek) taşınmak
konuyu bütün yönleriyle inceleyip ona göre davranmak, iyice düşünmek: ‘Düşündüm taşındım. Yani, insan dişi ağrırken ne kadar düşünüp taşınabilirse, o kadar düşünüp taşındım işte.’ –N. Hikmet.
dut gibi olmak
1) çok sarhoş olmak; 2) utanmak, mahcup olmak.
dut yemiş bülbüle dönmek
neşe ve konuşkanlığını yitirmek, susmak: ‘Sabahtan akşama kadar durmadan söyleyen geveze Çalıkuşu, dut yemiş bülbüle dönmüştü.’ –R. N. Güntekin.
duvağına doymamak
yeni gelinken ölmek veya kocasından ayrılmak.
duvar çekmek
1) duvar örmek; 2) mec. aradaki ilişkiye son vermek, görüşmemek.
duvar gibi
sağır.
duvar yapmak
baraj yapmak.
düven sürmek (dövmek)
düvenle ekinlerin tanelerini başaklarından çıkarmak.
duygu uyanmak
bir duygu oluşmak.
duymazlıktan gelmek
ilgilenmek istemediği için duymamış gibi davranmak: ‘Evine gönderilen haberleri hep duymazlıktan gelmişti.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
