dışına çıkmak
tanınan hak ve yetkileri aşmak.
dışında bırakmak
hariç tutmak: ‘Biz herhangi bir teşebbüs ihtimalini ebediyen hudutlarımız dışında bırakmak istiyoruz.’ –N. F. Kısakürek.
dışında kalmak
karışmamak, ilgilenmemek: ‘Hiçbir şeye karışmadan olayların dışında kalmak isteyenlerin çabaları boşunaydı.’ –N. Cumalı.
doğduğuna bin pişman
anasından doğduğuna bin pişman.
doğduğuna pişman etmek
anasından doğduğuna pişman etmek.
doğduğuna pişman olmak
anasından doğduğuna pişman olmak: ‘Doğduğuma pişman olacak kadar sıkıntı çektim.’ –H. E. Adıvar.
doğru bildiği yoldan ayrılmamak (şaşmamak)
her ne olursa olsun inandığı ilkelere bağlı kalmak: ‘Bunları asla yapmayacağımı biliyorsun, su testisi su yolunda kırılır; ben doğru bildiğim yoldan ayrılmayacağım.’ –H. Topuz.
doğru bulmak
uygun görmek, onamak: Onun yaptıklarını doğru buluyor musunuz?
doğru çıkmak
gerçek olduğu anlaşılmak: ‘Bu bari doğru çıksaydı, yazarlığıma geçmişte bir ipucu bulacaktım.’ –A. Ağaoğlu.
doğru doğru dosdoğru
‘en doğrusu şudur ki’ anlamında kullanılan bir söz: Doğru doğru dosdoğru, bu işi yapan odur.
doğru durmak
1) dik durmak; 2) uslu durmak.
doğru oturmak
uslu oturmak.
doksan kapının ipini çekmek
içinde bulunduğu sorunu çözmek için kapı kapı dolaşmak, birçok yere uğramak.
doktor doktor gezmek (dolaşmak)
tedavide çabuk ve kesin sonuç almak ümidiyle birçok doktora başvurmak: ‘Çare bulunsun diye az mı ebe kapısı çaldılar, doktor doktor gezdiler?’ –A. İlhan.
doktora görünmek
muayene olmak.
dökülüp saçılmak
1) soyunmak, çok açılmak; 2) bir şey uğruna çok para harcamak.
döküm almak
ayrıntılı hesap listesini toplu olarak göstermek: ‘Bu hesapların dökümlerini alıp sizlere vereceğim.’ –N. Eray.
döküm çıkarmak
bütün hesap işlemlerini bir listeye yazmak.
dokunca görmek
zarara uğramak, harap olmak: ‘Yangın çıkıp da okul büyük ölçüde dokunca görünce Galatasaray Lisesi buraya taşınmıştır.’ –S. Birsel.
döküp saçmak
dağıtmak, ziyan etmek.
dokuz ayın çarşambası bir araya gelmek
birçok iş birden ortaya çıkıp sıkışık bir durum yaratmak.
dokuz doğurmak
merakla, heyecanla, sabırsızlıkla beklemek: ‘Sabahtan beri kamış kökünün içine sığınmış, yüreği ağzında, dokuz doğurarak şahinini bekleyişi…’ –Y. Kemal.
dokuz körün bir değneği
birçok kimsenin tek yardımcısı, tek dayanağı: ‘Dokuz körün bir değneği, işte bir kızımız var.’ –R. N. Güntekin.
dokuz köyden kovulmuş
geçimsizliği veya başka davranışları yüzünden birçok yerden atılmış.
dokuz yorgan eskitmek (paralamak)
çok uzun yaşamak.
döl almak
cins bir hayvandan yararlanarak iyi cins yavru almak.
döl döş sahibi olmak
çocuk ve torunları bulunmak: ‘Gün gelir, evlenir, döl döş sahibi olur, durulur.’ –C. Uçuk.
döl vermek
1) yavru vermek, üremek; 2) ürün vermek.
dolaba girmek (gelmek)
aldatılmak, oyuna gelmek.
dolabı bozulmak
1) kurduğu iş düzeni bozulmak; 2) mec. hilesi ortaya çıkmak.
dolanıp durmak
sürekli olarak aynı yerde gezinmek: ‘Dolap beygirinin en büyük şansı gözlerinin bağlı olmasıdır; böylece aynı çember içinde dolanıp durduğunun farkında olmaz.’ –A. Ümit.
dolap beygiri gibi dönüp durmak (dolaşmak)
dar bir çevrede hep aynı işi yapmak: ‘Bir dolap beygiri gibi dönüp dolaşarak ağaçları, çiçekleri sulardım.’ –R. N. Güntekin.
dolap çevirmek (döndürmek)
hile ve dalavere ile iş yapmak: ‘İleride işler yapmaya, dolaplar çevirmeye başlarsa kendi de bundan istifade edecekti.’ –E. E. Talu.
dolduruşa gelmek
argo 1) olumsuz yönde yönlendirilmek, kışkırtılmak; 2) biri çeşitli yollarla pohpohlanarak yönlendirilmek, kışkırtılmak, gaza getirilmek.
dolduruşa getirmek
argo birini çeşitli yollarla pohpohlayarak yönlendirmek, kışkırtmak, gaza getirmek: ‘Kimler dolduruşa getirdi sizleri, kimlere kandınız?’ –A. Kulin.
dolduruşa kapılmak
dolduruşa gelmek.
dolma yutmak
argo kanıp aldanmak.
dolmuş yapmak
dolmuşla yolcu taşımak.
dolmuşa gelmek (binmek)
dolduruşa gelmek.
doludizgin gitmek
1) son hızla koşmak; 2) mec. kendini kaptırıp sürüklenmek: ‘Kendimi yalnız sanıyor ve talihin arabasında doludizgin gidiyordum.’ –A. H. Tanpınar.
dolup taşmak
1) gereğinden çok olmak, gereğinden çok kaplamak: ‘Dışarıda bulutsuz bir temmuz göğü, öğle güneşinin yakıcı aydınlığıyla dolup taşıyordu.’ –N. Cumalı. 2) çok kalabalık olmak: Millî takımın karşılaşmalarında stadyumlar dolup taşıyor.
doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı
içinden çıkılmayan güç bir durum karşısında söylenen bir söz.
domuz gibi
tkz. 1) kötü huylu ve hain; 2) adamakıllı, iyice: Domuz gibi bilir ama söylemez!
domuz gibi tıkınmak (yemek)
oburcasına çok yemek: ‘Şişmanlıyorum, neden yine bir domuz gibi tıkındım?’ –A. İlhan.
domuzdan (bir) kıl çekmek (koparmak)
sevilmeyen veya eli sıkı olan birinden bir şey alabilmek.
domuzluk etmek
hainlik etmek, haince davranmak.
don çekmek
donmak: ‘Badem ağacı, ayaz vurmaz, don çekmez, solmaz, dökülmez çiçeklerini açmıştı.’ –T. Buğra.
don çözülmek
hava ısınarak buzlar erimeye başlamak.
don gömlek kalmak
her şeyini kaybetmek.
don kesmek
hlk. bitki soğuktan bozulmak, donmak.
don tutmak
buz tutmak, donmak.
don yağı gibi
konuşmayan, hareketsiz (kimse).
don yağının tortusu gibi kalmak (oturmak)
çevresindekilerle iletişim kurmadan ilgisiz ve donuk kalmak.
dona çekmek
hava, suları donduracak derecede soğumak.
donuna etmek (kaçırmak veya doldurmak veya yapmak)
1) küçük veya büyük abdestini donuna etmek; 2) mec. çok korkmak.
dönüp dolaşmak
1) uzun süre gezmek; 2) mec. arayış içinde olmak, her çareye başvurmak: ‘Yirmi sene hep aynı renkler içinde dönüp dolaştık.’ –B. R. Eyuboğlu.
dönüp geriye bakmak
eskiyi hatırlamak, geçmişi gözden geçirmek: ‘Şimdi dönüp geriye baktığımda ne görüyorum? Kimi insanlar hayatımızı bir karikatüre çevirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.’ –S. Dölek.
donup kalmak
donakalmak.
dönüşü olmayan yola girmek
asla bırakılmayacak, vazgeçilmeyecek bir durumda olmak: ‘Artık ok yaydan çıkmış sayılırdı, dönüşü olmayan bir yola girdikleri kesindi.’ –O. Aysu.
doping yapmak
1) bazı bedensel özellikleri değiştiren veya artıran bir uyarıcı maddeyi çok az miktarda almak: ‘Günahı boynuna, doping de yapıyormuş.’ –H. Taner. 2) mec. uyarıcı etkide bulunmak.
dört ayak üstüne düşmek
1) tehlikeli bir durumdan zarar görmeden kurtulmak; 2) işi rast gitmek: ‘Yüze gülücü, her dönemde dört ayak üstüne düşen Efruz’un hayat hikâyesini sergileyen piyesim, yurtta bini aşkın defa oynadıktan sonra, televizyon oyunu hâline getirilince yasaklandı.’ –H. Taner.
dört bir taraf (yan)
her yan, bütün çevre: ‘Oğulları babasını iyileştirmek için dört bir yana koşuşurdu.’ –A. İlhan.
dört dönmek
1) telaşla çare aramak: ‘Cemil, Cemil! diye haykırarak yağmurun altında dört dönüyordum.’ –R. N. Güntekin. 2) bir iş yapmak için telaşla sağa sola koşmak: ‘Bizi memnun etmek için etrafımızda dört dönüyordu.’ –Ç. Altan.
dört duvar arasında kalmak
evde, kapalı bir yerde kalmak zorunda olmak: ‘Ömrünü dört duvar arasında geçirmiş, çocuklarından başka insan yüzü görmemiş temiz bir ev kadını birdenbire değişemezdi.’ –R. N. Güntekin.
dört gözle beklemek (bakmak)
çok isteyerek veya özleyerek beklemek: ‘Terekesini paylaşmak için dört gözle ölümünü beklemekteydiler.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
dört üstü, murat üstü
işi her zaman yolunda olanlar için söylenen bir söz.
dört yanı deniz kesilmek
çaresiz ve umutsuz kalmak.
dörtköşe olmak
çok keyiflenmek, çok zevk almak.
dörtnala kaldırmak
dörtnal koşturmaya başlamak: Atı dörtnala kaldırdı.
dörtnala kalkmak
dörtnal koşmak: ‘Atlar bazen dörtnala kalkıyor, bazen tırısa geçiyordu.’ –R. Enis.
döşeğe düşmek
yatağa düşmek.
dost edinmek
dost kazanmak: ‘Yolda iki dost edinip on gün birisinin, on gün ötekinin erzak torbasından karnını doyurdu.’ –F. R. Atay.
dost tutmak
erkek veya kadın evlilik dışı ilişki kurmak.
dosta düşmana karşı
‘dostlara üzüntü vermemek, düşmanları da sevindirmemek için, ele güne karşı’ anlamında kullanılan bir söz.
dostlar alışverişte görsün (diye)
‘gösteriş olsun, iş görüyor densin (diye)’ anlamında kullanılan bir söz.
dostlar başına
bir şeyi dostları için de dilemek amacıyla kullanılan bir iyi dilek sözü: ‘Doğrusu böyle bir düğün dostlar başınaydı. Arkadaşları arasında, günlerden beri hep bunun lafı ediliyordu.’ –R. Çalapala.
dostlar başından ırak
sözü edilen kötü bir durumla yakınların karşılaşmaması için söylenen iyi dilek sözü.
dostlar şehit, biz gazi
alay tehlikeli işleri başkalarına bırakıp kendileri sonuçtan yararlanmak için bir kenara çekilenlerin bencilliğini anlatan bir söz.
dostluk etmek
yakınlık kurmak, dost gibi candan davranmak: ‘Lokanta müşterisi hanımlardan kendi kendine tanıştığı, konuştuğu, dostluk ettiği hanımlar var!’ –M. Ş. Esendal.
dosya açmak (hazırlamak)
bir kimse, konu veya işle ilgili yeni bir dosya düzenlemek.
dosyası kabarmak (kabarık olmak)
yaptığı yanlış işleri çoğalmak.
döviz kaçırmak
yurt dışına izinsiz döviz çıkarmak.
doyuma ulaşmak
istek ve gereksinimlerinin en üst düzeyini elde etmek.
doyurucu bulmak
yeterli görmek.
doyurucu gelmek
yeterli olmak: ‘Verdiğim yanıt doyurucu gelmemişti madama ama kibarlığını da bozmamıştı.’ –A. Ümit.
dozunu ayarlamak
1) ilacın ölçüsünü aşmamak, gerektiği kadar vermek; 2) mec. ölçüyü aşmamak, aşırı davranmamak: ‘Saygının ve sevginin dozunu iyi ayarlayabilmeli insan.’ –A. İlhan.
dozunu kaçırmak
1) ilaçta ölçüyü tutturamamak; 2) mec. ölçüyü aşmak, aşırı gitmek: ‘Şakanın dozu kaçmıştı.’ –Y. Z. Ortaç.
dramatize etmek
1) bir edebî eseri radyo, televizyon veya sahne oyunu biçimine getirmek; 2) mec. bir olayı olduğundan daha acıklı, abartılı bir biçimde ortaya koymak.
dua (duasını) almak
iyi yapılan bir işle birinin hoşnutluğunu kazanmak: ‘Elini öpüp duasını almak istedim.’ –B. Felek.
duası tutmak
1) duası gerçekleşmek: ‘Duasının tutup tutmayacağını söyleyemezdi.’ –T. Buğra. 2) etkili olmak.
duba gibi
çok şişman.
duble etmek
astar geçirmek.
dudağını (dudaklarını) ısırmak
yakışıksız bir durum karşısında şaşmak: ‘Koca Ali bu kararı duyunca ömründe ilk defa olarak sarardı. Dudaklarını ısırdı.’ –Ö. Seyfettin.
dudağının ucuna gelmek
hemen söyleyecek durumda olmak: ‘Bayram, dudağının ucuna gelen soruyu soramadı.’ –A. Kulin.
dudak (dudağını) bükmek
1) bir şeyi beğenmediğini, küçümsediğini belli etmek, umursamamak, pek aldırış etmemek: ‘Masalların yıllarca uzakları gösteren büyülü aynasına bugünün çocukları dudak bükerler.’ –N. Hikmet. 2) ağlayacak gibi olmak.
dudak dudağa gelmek (kalmak)
öpüşmek: ‘Bir zaman böyle birbirini karşılıklı öpücüklere boğduktan sonra, nefesleri kesilinceye kadar dudak dudağa kaldılar.’ –N. Cumalı.
dudak ısırmak
1) hayran kalmak; 2) hayrete, şaşkınlığa düşmek.
dudak sarkıtmak
somurtmak.
dudak ucuyla söylemek
belli belirsiz anlatmak, isteksizce söylemek: ‘Size hayır kalmadığını dudak ucuyla söyleyiverirler ve gerçekten dedikleri de çıkar.’ –R. N. Güntekin.
düdük gibi
çok dar, daracık (giysi).
