dermanı kesilmek (dermandan kesilmek)
yorgunluktan güçsüzleşmek: ‘Çok uzak yerlerden geldim, ayaklarımın dermanı kesildi.’ –A. Gündüz.
ders (dersi) asmak
dersten kaçmak, derse gitmemek: ‘Metin’in bu dersi asma teklifi hiç hoşuma gitmedi doğrusu.’ –A. Ağaoğlu.
ders almak
1) bir konu üzerinde bir öğrenci yetkili bir kimseden bilgi edinmek; 2) mec. bir olaydan deneyim kazanmak, ibret almak: ‘Demokrasiyle ilgili sorunlara tanık olmuş ve önemli dersler almıştı.’ –H. Topuz.
ders başı etmek (yapmak)
tatil sonrası öğrenciler yeni öğretime başlamak.
ders görmek
bir konu üzerinde bir öğrenci yetkili bir kimseden bilgi edinmek.
ders olmak
kötü bir olay bir daha yapmamak üzere örnek olmak, ibret olmak: ‘Bu seneki tecrübe aynı zamanda bir de ders oldu.’ –H. C. Yalçın.
ders vermek
1) öğretmek, yetiştirmek: İyi konuşurdu, ders vermek sanatını bilirdi. 2) azarlamak, sert davranmak, sert bir karşılıkla yola getirmek: ‘Evvela kendi kendisini cezalandırdı, sonra kendisi gibi yaşamak istemeyenlere ders verdi.’ –P. Safa.
ders yapmak
1) sınıfta belli bir programa bağlı olarak herhangi bir konuyu işlemek; 2) sınıfta verilen ödevi daha sonra yapmak.
dert anlatmak
derdini dökmek: ‘Elimden çeker alır, kime dert anlatırım o zaman?’ –A. Gündüz.
dert değil
‘önemsemeye, üzülmeye değmez’ anlamında kullanılan bir söz.
dert eğirmek
içinden çıkılması güç bir sorunla uğraşmak zorunda kalmak.
dert etmek (edinmek)
bir sorunu veya durumu üzüntü konusu yapmak.
dert olmak (kesilmek)
bir kimse veya olay sıkıntı vermek: ‘Artık açıkça mahallenin başına dert olmaya başlamış.’ –Y. N. Nayır. ‘Nereden buraya gelmiş, âlemin başına dert kesilmişti.’ –R. H. Karay.
dert yanmak
derdini sızlanarak anlatmak: ‘Müşteriler ay başında borç ödeyeceklerine Tevfik’e dert yanıyorlar.’ –H. E. Adıvar.
dertsiz başını derde sokmak
bir derdi yokken gereksiz yere üzüntü veren bir işe girişmek.
derya gibi
1) çok bilgili; 2) pek çok.
destan düzmek
kahramanlık hikâyesi veya herhangi bir olayı anlatan şiir yazmak.
destan gibi
uzun yazılmış (mektup).
destan yazmak
olağanüstü kahramanlık, yararlık veya başarı göstermek.
destek görmek
yardım edilmek.
destek olmak
güç sağlamak, yardımcı olmak: ‘Böyle zor bir zamanda, birbirinizi kırmak yerine destek olmalısınız.’ –A. Ümit.
desteksiz atmak
abartılı konuşmak, yalan söylemek.
destursuz atmak
kolay yalan söyleyebilmek, palavra atmak.
dev adımlarla ilerlemek
çok çabuk ilerlemek, üst üste başarılar göstermek.
dev gibi
iri ve korkunç: ‘O kadar kaba saba, öyle dev gibi bir adamdı ki…’ –A. Gündüz.
deve dişi gibi
1) iri görünüşlü; 2) sıradan olmayan, tanınmış, güçlü.
deve gibi
1) uzun boylu; 2) hantal.
deve kuşu gibi (yüke gelince kuş, uçmaya gelince deve)
uygun şartlarda terslik çıkaran.
deve kuşu gibi başını kuma sokmak (gömmek)
1) bir tehlike, bir olay karşısında yararlı olmayacağı apaçık ortada olan kaçamak bir yola sapmak; 2) başkalarını aldattığını sanarak kendisini aldatmak.
deve kuşuluk etmek
deve kuşu gibi başını kuma sokup gerçeklerden uzak duracağını sanmak: ‘Bu harekete sadece şımarık gözü ile bakmak deve kuşuluk etmek olur.’ –H. Taner.
deve nalbanda bakar gibi
alay hiç görmediği, bilmediği bir şeye bakar gibi.
deve olmak
para veya yiyecek kaybolmak.
devede kulak (kulak gibi) kalmak
1) çok az önemi olmak, söz etmeye değer bulmamak: ‘Kitaptan öğrendikleri, hayattan gözlediklerinin yanında devede kulak kalır.’ –S. Birsel. 2) yetersiz, çok küçük veya az olmak: ‘Tekaüt aylıkları günün ihtiyaçları karşısında devede kulak gibi kalıyordu.’ –R. N. Güntekin.
deveye hendek atlatmak
birine yapılması çok zor, hemen hemen imkânsız olan işleri yaptırabilmek: ‘Görülüyor ki insanlara bir şeyi anlatmak deveye hendek atlatmaktan güçtür.’ –S. Birsel.
deveyi düze çıkarmak
güçlükleri giderip işleri yoluna koymak.
deveyi havuduyla yutmak
eline geçen ve hakkı olmayan şeyleri kendi menfaati için kullanmak, hiç çekinmeden büyük suistimal yapmak.
devir açmak
tarihte özellik taşıyan yeni bir çağ başlatmak.
devre dışı kalmak
konudan uzak düşmek, konuyla ilgilenememek.
devre dışı tutmak (bırakmak)
konudan uzaklaştırmak, ilgilenmemesini sağlamak: ‘Özellikle torununun boşanmasında onu devre dışı tutmuşlardı.’ –A. Kulin.
devreye alınmak
işin içine girmesi sağlanmak: Devlet Bakanı borçların eritileceğini, dış borçlanma için bankaların ve özel sektörün devreye alınacağını kaydetti.
devreye girmek
ilgilenmek, karışmak, araya girmek.
devreye sokmak
işin içine girdirmek, karıştırmak.
deyip de geçmemek
önemsemek: ‘Yengeye yenge deyip geçmeyelim. Bir mahalleyi susta durdurur.’ –M. Ş. Esendal.
dibe vurmak
en kötü duruma düşmek.
dibek gibi
1) bütün ağırlığıyla: ‘Elbette dibek gibi otururuz televizyonun başına.’ –M. İzgü. 2) şişmiş; 3) ağır, ağırlaşmış.
dibine darı ekmek
bir şeyi sonuna kadar tüketmek, bitirmek: ‘Eline geçirince dibine darı ekmeden bırakmazsın.’ –R. Ilgaz.
dibine kadar
en ince ve gizli noktasına kadar: ‘Hakkında söylenti çıkan, derhâl dibine kadar incelenir, ya mahkûm olur ya temize çıkardı.’ –A. Boysan.
dibini kurcalamak (karıştırmak)
araştırmak, sorup öğrenmek: ‘Dibini kurcalıyorsun, … birkaç merkez dışında Ege üreticisi çoğunluk küçük çiftçi, orta çiftçi!’ –A. İlhan.
dibini tutmak
pişen yemekler tencerenin dibine yapışmak.
didişip durmak
sürekli olarak birbirini hırpalamak: ‘Böylece, Serdar’la didişip durmak derdinden de kurtulmuştu.’ –T. Buğra.
dik dik bakmak
çok sert bir biçimde, sert sert, öfkeli öfkeli bakmak: ‘Karşı sıradaki bıyıklı adam gelmiş yanında duruyor, dik dik bakıyordu.’ –R. Mağden.
diken diken olmak
dik duruma gelmek, dikleşmek: ‘Kâhyamın, pos bıyıkları kirpi sırtı gibi diken diken oldu.’ –R. H. Karay.
diken üstünde oturmak (olmak)
bir yerde tedirginlik duymak: ‘O bir yıl içinde diken üstünde otururum o evde; düş kuramam, şiir yazamam.’ –M. C. Anday. ‘Konuşmaya başladık. Yine kavga ederiz diye diken üstündeyim.’ –R. Erduran.
dikilip durmak (kalmak)
bir yerde kısa bir süre ayak üstünde durmak: ‘Dükkânın önünde bu kadar dikilip kalmasının sebebi de bu olabilirdi.’ –O. Aysu.
dikine gitmek
kimsenin sözünü dinlemeyerek kendi bildiğini yapmak: ‘Öyle fazla dikine gitmek iyi değildir hayatta.’ –Ç. Altan.
dikiş atmak
yarılan veya yırtılan deriyi dikişle bir araya getirip tutturmak: Kafasına iki dikiş attılar.
dikiş tutturamamak
bir işte veya bir yerde herhangi bir sebeple uzun süre kalmamak.
dikişini almak
dikilmiş yaranın ipliklerini kesip çıkarmak.
dikiz etmek (geçmek)
gözetlemek: ‘İsterseniz siz masanın altından dikiz edin ama belli olmasın.’ –R. N. Güntekin.
dikize almak
gözetlemek: ‘Jale … bilmem ben onu yine yakın dikize almış mıydım?’ –S. Birsel.
dikkat çekmek
1) ask. ‘dikkat’ komutunu yüksek sesle söylemek; 2) mec. ilgi toplamak: ‘Hangi konudan söz etse dikkati çekecek bir hava veriyor.’ –N. Cumalı. 3) mec. göze batmak, fark edilmek.
dikkat kesilmek
bütün dikkatini bir şey üzerinde toplamak: ‘Naci, dikkat kesilmiş bütün davranışlarımı izliyor.’ –A. Ümit.
dikkate almak
göz önünde bulundurmak, hesaba katmak, gereğini düşünmek: ‘O yüzden annemin sözlerini dikkate almadı.’ –A. Kutlu.
dikkati calip olmak
dikkati çeken kimse veya şey olmak.
dikkatini çekmek
uyarmak.
dikkatini çekmemek
birinin ilgisini uyandırmamak: ‘Arapça konuşan milletler arasındaki ayrılıklar da onun dikkatini çekmemişti.’ –M. Kaplan.
dikkatini toplamak
duygu ve düşünceyi bir konu veya yapılan iş üzerinde yoğunlaştırmak: ‘Dikkatini topladı, yürüyen insanlara daha bir titizlikle bakmaya başladı.’ –O. Aysu.
dikte etmek
1) yazdırmak için söylemek: ‘Şimdi sana bir mektup dikte edeceğim.’ –H. E. Adıvar. 2) mec. birine isteklerini zorla kabul ettirmek.
dil (diller) dökmek
kandırmak, inandırmak veya yararlanmak için tatlı sözler söylemek: ‘Ninniyi mutlaka söylemesi için ona bir sürü dil döktü.’ –O. C. Kaygılı.
dil ağız vermemek
ağız dil vermemek: ‘Çocuk, hâlâ dil ağız vermeden yatıyordu.’ –R. N. Güntekin.
dil otu yemek
çok konuşmak: ‘Mütemadiyen gülüp söylüyordum. Hacı Kalfanın ellerini dizlerine vurarak: -Dil otu mu yedin be kızım? diye bir gülmesi var ki…’ –R. N. Güntekin.
dil tutmak
esk. sorguya çekmek için düşman askeri yakalamak.
dil uzatmak
bir kimse veya bir şey için kötü söylemek: ‘Başka ulusların kabahatleri ne olursa olsun, dost ve düşman bize nasıl dil uzatırlarsa uzatsın…’ –T. Halman.
dilden düşmez olmak
herkes tarafından sürekli tekrar edilir olmak: ‘Kapsamı iyice belirtilmeyen, gerektiği gibi tanımlanmayan sanat sözü, dillerden düşmez oldu.’ –S. Hilav.
dilden düşürmemek
sürekli tekrar etmek.
dile (dillere) düşmek
hakkında dedikodu yapılmak: ‘Yâr adını desem olmaz / Düşer dillere dillere’ –Erzurumlu Emrah.
dile dolamak
bir şeyi veya konuyu sık sık tekrar etmek.
dile gelmek
1) dile düşmek; 2) konuşma kudreti, yeteneği, olmayan varlık konuşmak, dillenmek, lisana gelmek: ‘Günlerce elin, dile gelmeyen çocuğunu bağrına basan fabrika sahibine acındı.’ –L. Tekin.
dile getirmek
1) konuşturmak: ‘Yıllar yılı, bu amaçları devlet adamlarımız, basınımız, sanat âlemimiz dile getirip durmuştur.’ –T. Halman. 2) belirtmek, anlatmak, açıklamak, ifade etmek: ‘Kendi kendime, adlı şiirinde bunu şöyle dile getirir.’ –S. Birsel.
dile vermek
gizli tutulması gereken bir şeyi açığa vurmak, duyurmak, yaymak.
dilediği gibi
kendi düşünce, görüş ve isteğine göre: ‘Duygu, düşünce, dilediğim gibi yaşamak özgürlüğümü korumak isterim.’ –N. Cumalı.
dilencilik etmek
dilenmek.
dili (başka bir dile) çalmak
bir kimsenin konuşması başka bir dile benzemek.
dili (dilinin) döndüğü kadar
söyleyebildiği kadar, anlatma gücünün elverdiği ölçüde: ‘Mademki çocuk terbiyesi hakkında konuşmak istiyorsunuz, dilimin döndüğü kadar söyleyeyim.’ –S. Ayverdi.
dili açılmak
herhangi bir sebeple konuşmayan kimse konuşmaya başlamak.
dili ağırlaşmak
hastalık sebebiyle güçlükle söz söyleyebilmek, güçlükle konuşmak: ‘Hastaya bazı şeyler soruyor. Fakat anlaşılır cevaplar alamıyordu. Birkaç saatin içinde kaynımın dili ağırlaştı.’ –H. R. Gürpınar.
dili alışmak
çok kullandığı bir söze alışmak: ‘Bizim moruk ertesi güne devrisi der de ondan dilim alışmış.’ –S. F. Abasıyanık.
dili bir karış (olmak)
fazla konuşan, her söze karşılık veren.
dili bir karış dışarı çıkmak (sarkmak)
koşmaktan, yürümekten ve yorulmaktan çok susamak: ‘Koştu koştu da dili bir karış sarktı.’ –S. F. Abasıyanık.
dili boğazına akmak
konuşamaz olmak, sesi soluğu çıkmamak: ‘Kılıcı görünce dili boğazına aktı hayranlığından.’ –Y. Kemal.
dili çözülmek
konuşamayan veya susan kişi konuşmaya başlamak: ‘Aslında ben çok az konuşan biriyim. Dilimin böyle birdenbire çözülmesi çok garip.’ –İ. Aral.
dili damağına yapışmak (dili damağı kurumak)
susuzluktan ağzı kurumak, çok susamak: ‘Kupkuru dili damağına yapışıyor, boğazından midesine doğru…’ –E. E. Talu.
dili dolaşmak
korku, heyecan, hastalık, utangaçlık, sarhoşluk gibi sebeplerle şaşırarak söyleyeceğini karıştırmak: ‘Vehbi Dedenin kendini dinlediğinin farkına varır varmaz dili dolaştı.’ –H. E. Adıvar.
dili dönmemek
1) bir sözü doğru, düzgün söylemeyi becerememek: ‘Üstelik ben dilim dönmezken armağan ettiğim çiçeklerle konuşmuyor muyum?’ –R. Mağden. 2) amacını iyi anlatamamak.
dili durmak
susmak, dedikodu etmemek: ‘Götüreceği cadı karının dili dursa neyse… Okuyup iyileştirirse herkese yayar.’ –A. Kutlu.
dili durmamak
1) sürekli konuşmak; 2) söylenemeyecek şeyleri de söylemek.
dili ensesinden çekilsin!
bıktıracak kadar çok konuşan veya kötü sözler söyleyenler için kullanılan bir ilenme sözü.
dili kılıçtan keskin
kırıcı ve ağır konuşan.
dili kurusun!
‘söz söyleyemez olsun!’ anlamında kullanılan bir ilenme sözü.
dili pabuç kadar
saygısızca ve gönül kırıcı bir biçimde konuşan.
