dağarcığına atmak
bir bilgiyi eski bilgilerine katmak, zihnine yerleştirmek.
dağarcığındakini çıkarmak
hazırladığı bir sözü söylemek.
dağarcıkta bir şey kalmamak
her şeyi tüketmek, bitirmek.
dağda büyümüş
kaba ve görgüsüz kimse.
dağdan gelip bağdakini kovmak
sonradan geldiği bir yerde, kendinden önce gelen kişinin yerini almaya çalışmak.
dağlara düşmek
büyük bir üzüntü dolayısıyla insanlardan kaçıp ıssız yerlerde yaşamak.
dağlara taşlara
kötü bir durumdan söz edilirken ‘hepimizden ırak olsun’ anlamında kullanılan bir söz.
dağların misafir aldığı mevsim
şaka yaz mevsimi.
dağların şenliği (gelin anası)
şaka kaba, anlayışsız kimse: ‘Hay kör olası, dağların şenliği, bak şimdi de hanımın saksısını devirdi.’ –M. Ş. Esendal.
daha neler!
‘hiç öyle şey olur mu?’ anlamında kullanılan bir söz.
dahası var
bir konuda bilinmesi gereken başka şeyler de olduğunu anlatmak için kullanılan bir söz: ‘Dahası var fakat dahasını siz merak edip arayın, bulun.’ –B. R. Eyuboğlu.
dakikası dakikasına uymamak
her an başka bir ruh durumu göstermek.
daktilo etmek
yazı makinesiyle yazmak.
daktiloya çekmek
yazı makinesiyle yazmak: ‘İmtihanlarına çalışırken destek veriyor, tezlerini daktiloya çekiyordu.’ –A. Kulin.
dal budak salmak
1) karmaşık bir biçimde yayılıp genişlemek: ‘Samimiyetimizin her köşesinde heybetli çınarlar gibi dal budak salmıştı.’ –O. S. Orhon. 2) soy yönünden genişleyip yayılmak.
dal gibi
ince uzun yapılı: ‘Dal gibi bir vücut üzerinde dev gibi bir baş!’ –Y. Z. Ortaç.
dal gibi kalmak
vücudu çok zayıflamak.
dal sürmek
yayılmak, kaplamak: ‘Yüreğinde onmaz bir karıncalanma vardı; onmaz bir kıpırtı dal sürüyordu, durmadan filizleniyordu.’ –B. Günel.
dal vermek
dayanmak, yaslanmak.
dala çıka
büyük güçlüklerle.
dalak kestirmek
hlk. sıtmadan büyümüş dalağı eski bir yöntemle tedavi ettirmek.
dalalete düşmek
doğru yoldan ayrılmak, sapkınlık etmek.
dalavere çevirmek (dalaveresini döndürmek)
yalan dolanla gizlice kötü iş görmek: ‘Beyefendi dalaveresini döndüreceği yerleri adamlarından hiç kimseye söylemedi.’ –Ö. Seyfettin.
daldan dala konmak
sık sık iş, konu veya düşünce değiştirmek: ‘Çalı kuşu gibi daldan dala konan kararsız bir çocuktu.’ –H. R. Gürpınar.
dalga geçmek
argo 1) üzerinde durulması gereken işle ilgilenmeyerek başka şeyler düşünmek veya yapmak: ‘İki delikanlı dalga geçip otururlarken kapı yeniden sürüldü.’ –M. Ş. Esendal. 2) eğlenmek, alay etmek; 3) geçici sevgi ilişkisi kurmak, gönül eğlendirmek.
dalga saymak
1) boş ve aylak durmak; 2) yersiz ve gereksiz şeylerle uğraşmak.
dalgalanmaya bırakmak
1) ekon. paranın gerçek değerini bulması için girişimde bulunmadan beklemek; 2) mec. bir konu için girişimde bulunmadan beklemek.
dalgalanmaya bırakmak
argo dalgınlığından yararlanarak birini kandırmak.
dalgasına taş atmak
argo işini bozmak, keyfini kaçırmak.
dalgasını taşlamak
birinin işini bozmak.
dalgaya düşmek (gelmek)
argo yanılmak, dalgınlıkla unutmak.
dalgayı başa almak
gemi veya sandalın başını dalgaların geldiği yöne çevirmek.
dalgınlığına gelmek
dalgınlık dolayısıyla fark edememek.
dalgınlığına getirmek
birinin dalgınlığından yararlanıp kendi isteğini gerçekleştirmek: ‘Bir dalgınlığına getirip dışarı kaçıyor.’ –M. Ş. Esendal.
dalına basmak
hoşlanmadığı şeyleri yaparak birini kızdırmak: ‘Efendi aksi mi? -Pek dalına basmazsan kuzu gibi bir adamdır.’ –R. N. Güntekin.
dalına binmek
bir kimseye bir iş yaptırmak için asılmak, musallat olmak, sıkıştırmak: ‘Orada başefendinin de dalına şöyle bir biniliyordu.’ –O. Kemal.
dalıp çıkmak
1) deniz, göl vb. yerlerde suyun içinde kaybolup yeniden görünmek; 2) deniz, göl vb. içinde kısa süre kalmak: Biz bir dalıp çıkacağız. 3) birçok yere girmek: Nerede bulunduğu belli olmaz, her yere dalıp çıkar.
dalıp gitmek
bir düşünce veya hayal ile bulunduğu ortamdan uzaklaşmak: ‘İlk geldiğimizde hava değiştirmekten olmalı, dalıp gidiyorduk.’ –F. R. Atay.
dallanıp budaklanmak
bir iş, bir sorun büyüyerek karışık duruma gelmek: ‘İş iyice dallanıp budaklanmadan amcayla konuşsam mı acaba?’ –A. Ümit.
dalları basmak
ağaçta dalları eğecek kadar çok meyve olmak.
dalyan gibi
boylu boslu: ‘Gidip de gelmeyen kocaları, yetişmiş dalyan gibi evlatları…’ –E. E. Talu.
dama çıkmak
cinsel istekleri artmak.
dama demek
1) gücü kalmayarak bir işi daha ileri götüremeyecek duruma gelmek: ‘Konya’ya döndüğüm vakit benim motor, dama Erol Efendi, dedi. Kıtipiyoz bir tamirhaneye verdim.’ –A. Gündüz. 2) tükenmek: ‘Konyak şişesi dama dedi.’ –H. R. Gürpınar.
dama taşı gibi oynatmak
birini sık sık bir yerden bir yere göndermek veya atamak.
damardan girmek
argo karşısındaki kişiyi en fazla etkileyebilecek noktadan konuya girmek.
damarı (damarları) kabarmak
bir huy veya duygu güçlü bir biçimde ortaya çıkmak: ‘Birden nasihat damarlarının kabardığını duydu.’ –Ö. Seyfettin.
damarı kurusun!
birinin huysuzluğuna öfkelenildiğinde söylenen bir ilenme sözü.
damarı tutmak
kötü huyu, aksiliği depreşmek, inatlaşmak: ‘Tutarsa onun bir damarı, yıkar adamın başına çadırı.’ –O. C. Kaygılı.
damarına (damarlarına) işlemek
kötü bir huy, vazgeçilmez bir biçimde yerleşmek.
damarına basmak
birini, duyarlı olduğu bir konuda kızdırmak: ‘Ne olur biraz uslu otursanız, şu adamların da damarına basmasanız, olmaz mı?’ –H. Topuz.
damarına çekmek
soyunun özelliklerini taşımak.
damarına girmek
birinin hoşlanacağı şeyler yaparak kendisini ona sevdirmek.
damat girmek
aileye güveyi olarak katılmak: ‘Öyle bir aileye damat girmek isterim.’ –H. Taner.
damdan çardağa atlamak
hiçbir mantık bağı kurmadan konudan konuya geçmek.
damdan düşer gibi
birdenbire ve yersiz olarak: ‘Damdan düşer gibi birdenbire söyleyecek, açacak olursam itiraz eder.’ –M. Yesari.
damdan düşercesine
birdenbire ve yersiz olarak: ‘Baba çocuğunun bu damdan düşercesine cevabına kızdı.’ –İ. H. Baltacıoğlu.
damga vurmak
1) damgalamak: ‘Nuri Usta, sanki çırılçıplakmış da derisine kızgın demirle damga vuruluyormuş gibi irkildi.’ –N. Hikmet. 2) mec. iz bırakmak: ‘Belli semtler, yüzyıllar boyu, oraların sakinlerine belli bir damga vurmuş gibidirler.’ –H. Taner.
damga yemek
biri kötü bir yargıya veya nitelenmeye uğramak: ‘Şiirlerini bir araya toplayan bir kitap yüzünden kızıl bir damga yemiş.’ –Y. Z. Ortaç.
damgasını vurmak
biri hakkında kötü bir yargıya varmak: ‘Fakat gel gör ki insana aşüfte yahut hırsız damgasını vurmak için bu kâfi değildir.’ –H. E. Adıvar.
damlaya uğramak
yüreğine inmek, felç olmak.
dan dun konuşmak (etmek)
yerli yersiz, ileri geri konuşmak.
danalar gibi bağırmak (böğürmek)
çok kuvvetle bağırmak, haykırmak.
dananın kuyruğu kopmak
beklenen veya korkulan sonuç gerçekleşmek: ‘İstediğimiz parayı vermezse işte o zaman dananın kuyruğu kopar.’ –Y. Kemal.
daniskasını yapmak
bir işi her yolu deneyerek gerçekleştirmek.
dar gelmek
sıkıntı ve huzursuzluk vermek: ‘Acaba bu içinde yaşadığımız hava neden bu kadar dar geliyor?’ –Y. K. Beyatlı.
dar kaçmak
istemediği bir çevreden kendini dışarı atmak.
dara boğmak
birinin güç durumundan yararlanmak.
dara düşmek
para sıkıntısına düşmek: ‘Madam onu çocuğu gibi seviyordu. Dara düştüğü günlerde hizmetini hiç aksatmadan para mara istemedi.’ –T. Buğra.
dara gelmek
1) aceleye gelmek; 2) mecbur olmak.
dara getirmek
aceleye getirmek.
darağacına çekmek
idam cezası alan bir kimseyi asmak: ‘Darağacına çekilmiş bir adam gibi göğsüm, nefes borularım birdenbire tıkanıverdi.’ –P. Safa.
darasını almak
içine bir şey konulacak kabın ağırlığını tartmak.
darasını düşmek
kabın ağırlığını hesaba katmamak.
daraya atmak (çıkarmak)
değer vermemek.
darbe (darbeyi) yemek
1) gücü sarsılmak: ‘Seniha’nın kaçışı üzerine en müthiş darbeyi yiyen kalp, Celis’in kalbi oldu.’ –Y. K. Karaosmanoğlu. 2) kötü, olumsuz bir duruma maruz kalmak.
darbe almak
kötü bir duruma düşmek.
darbe vurmak (indirmek)
iyi olan bir durumu kötüye dönüştürmek: ‘Abdülhamit, Midhat Paşa’nın katli ile fikir denilen kuvvete ağır bir darbe vurmuş.’ –H. E. Adıvar.
darda bulunmak
bir şeyin sıkıntısını çekmek: ‘En darda bulunduğu zamanlarda bile ihtiyacı olanlar ondan bir şey isteyebilirlerdi.’ –İ. A. Gövsa.
darda kalmak
1) paraca sıkıntı içine girmek; 2) zor duruma düşmek: ‘Lala da pek darda kaldığı zaman kabahati Gülsüm’ün üstüne yıkıyor.’ –R. N. Güntekin.
dargın durmak
küskün durumda olmak: ‘Bu olaydan sonra benimle aylarca dargın durdu.’ –R. N. Güntekin.
darısı … başına (darısı başına)
bir başarı, bir mutluluk başkası için istendiğinde söylenen bir söz: ‘Geçenlerde, darısı dostlar başına, kızını everdi.’ –H. Taner.
darmadağın etmek
1) dağıtmak, karıştırmak; 2) mec. dayak atıp iyice dövmek: ‘Köy kahvesinden yetişen birkaç delikanlı bu haşarıları darmadağın etmişti.’ –O. C. Kaygılı.
darmadağın olmak
1) dağınık ve karışık duruma gelmek: ‘Gözlerinin sürmesi akmış, saçları darmadağın olmuştu.’ –Y. K. Karaosmanoğlu. 2) mec. kötü bir biçimde dövülmek.
darmaduman etmek
karmakarışık bir duruma getirmek.
darmaduman olmak
karmakarışık bir duruma gelmek: ‘Eskiler, genç hürriyet jandarmalarının aman vermez takipleri altında darmaduman olmuşlardı.’ –Ö. Seyfettin.
dava etmek (açmak)
hukuksal korunmanın bir hüküm ile sağlanması için yargı organlarına başvurmak: ‘Dayak yiyen kadın kimi, kime dava edecek?’ –A. Gündüz.
dava görmek
açılan davaları incelemek ve sonuca bağlamak: ‘Danıştay, davaları görmek … ve kanunlarla gösterilen diğer işleri yapmakla görevlidir.’ –Anayasa.
davacı olmak
dava etmek.
davar gütmek
1) sürüyü otlatmak, korumak ve gerektiğinde süt sağmak: ‘Davar güden, tarlaya bakan, odun kesmeye giden hep benim.’ –Y. K. Karaosmanoğlu. 2) argo işe yaramayan, aptal veya acemi insanları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak.
davaya bakmak
açılan davayı incelemek, araştırmak ve sonuçlandırmak: ‘Hiçbir mahkeme görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.’ –Anayasa.
davet etmek
1) çağırmak: ‘Bir bakanmışım gibi beni kürsüye davet etti.’ –Y. K. Karaosmanoğlu. 2) birinin bir şeye uymasını istemek: ‘Kimin kimi istifaya davet edeceğini pek yakında gösterecekti.’ –R. N. Güntekin. 3) mec. yol açmak: Hastalığı davet ediyor.
davete icabet etmek
çağrılı olduğu yere gitmek: ‘Fakat kâbus içinde bunalmış bir kimse gibi bir türlü bu davete icabet edemez.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
davul çalmak (dövmek)
1) davula vurarak ses çıkarmak; 2) mec. bir şeyi herkesin haber alabileceği biçimde ortalığa yaymak.
davul çalsan işitmez
1) sağır; 2) uykusu çok ağır, derin uykuda.
davul gibi
şiş ve gergin.
dayağa idmanlı olmak
dayak yemeye alışmış olmak: ‘Bereket versin ki boksör, dayağa idmanlıydı.’ –R. N. Güntekin.
dayak atmak
dövmek, sopa ile dövmek: ‘Gece tenha bir sokakta parasını aldığı bir adama dayak atıyormuş.’ –A. Ş. Hisar.
dayak yemek
dövülmek, sopa ile dövülmek: ‘Ertesi gün dayak yemiş gibi yorgun uyandım.’ –H. E. Adıvar.
dayayıp döşemek
evi, odayı mobilya vb. ile döşemek: ‘Karyolalar, koltuklar, kanepelerle dayayıp döşemek lazım.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
dediği çıkmak
dediği şey gerçekleşmek.
