(bir şeye) gözü gitmek
bir şeyi istemeden görmek, elinde olmayarak bakmak.
(bir şeye) gözünü yummak
görmezlikten gelmek.
(bir şeye) haciz koymak
borçlunun malına el koymak: ‘Ya parayı verirsiniz ya da haciz korum.’ –B. Felek.
(bir şeye) hasret bırakmak
gerektiği anda bir şeyin yokluğunu hissettirmek: ‘Kış günü, çoluğu çocuğu battaniyeye hasret bırakıp hepsini topladım, balkonda yattım.’ –M. İzgü.
(bir şeye) hayat vermek
canlılık vermek, canlandırmak.
(bir şeye) imza atmak
imzalamak: ‘Önüne bir tomar parşömen çeken ağa, yeni öğrendiği imzasını atmaya başladı.’ –O. Kemal.
(bir şeye) kanaat getirmek
kanmak, aklı yatmak, inanmak: ‘Artık Kâmuran’ın ömrümün en büyük aşkı, geleceğime bir tek hâkim kudret olduğuna kanaat getirdim.’ –H. E. Adıvar.
(bir şeye) ket vurmak
engel olarak güçleştirmek: ‘Yerli atölyelerin işine ket vuruyorlarmış.’ –O. Kemal.
(bir şeye) kul olmak
aşırı derecede bağlanmak, boyun eğmek: ‘Ben serüvenlere kul olmayacağım, serüvenler bana kul olacak.’ –A. İlhan.
(bir şeye) kulak (kulaklarını) tıkamak
bir şeyi duymazlıktan gelmek: ‘Vücudu içinden duyduğu çöküntülere kulaklarını tıkar, gözlerini yumar.’ –A. Ş. Hisar.
(bir şeye) kulak vermek
değer vermek, önemsemek: ‘Usa ve gerçeğe uygun anlatışlara kulak verenin olmadığı görüldü.’ –Halikarnas Balıkçısı.
(bir şeye) kuvvet vermek
bir konuya çok önem vermek: Matematiğe kuvvet verince öbür derslerini yetiştiremedi.
(bir şeye) merak sarmak (duymak, salmak)
bir şeyi edinme, yapma veya onunla uğraşma isteğine kapılmak, bir şeye eğilim duymak: ‘Bu adama, her gördüğüm vakit, merhamet ve korku ile karışık bir merak duyuyordum.’ –R. N. Güntekin. ‘Miralay beyimiz, emekli olduktan sonra komisyonculuğa kalkan veya cins tavuk yetiştirmeye merak salan soydan değildir.’ –H. Taner.
(bir şeye) pamuk ipliğiyle bağlanmak
her an bozulmaya, kopmaya hazır olmak.
(bir şeye) renk gelmek
renklenmek, canlanmak: ‘Sarı yanaklarına hafif bir renk geldi.’ –Ö. Seyfettin.
(bir şeye) sünger çekmek
bir şeyi hiç olmamış saymak, silmek, silip atmak, unutmak: ‘Bir türlü doyamadığım hürriyetimin üstüne sünger çekmek lazım geliyordu.’ –O. Kemal.
(bir şeye) tuz biber ekmek
üzüntüyü, kusuru artıracak durum yaratmak.
(bir şeye) yatkın bulmak
uygun görmek: ‘Bugün birçoğumuzun romana yatkın bulmayacağı anlatımları pek rahat kullanmıştır.’ –S. İleri.
(bir şeye) yüz tutmak
yönelmek: ‘Biçare Yunus’un çoktur günahı / Hakk’ın dergâhına yüz tutmuşum ben’ –Yunus Emre.
(bir şeye) yüzü olmamak
1) o şeye dayanamamak; 2) cüret ve cesareti olmamak; 3) utanmak.
(bir şeye) yüzü tutmamak
1) haklı da olsa karşısındakini kıracak bir davranışta bulunmaktan çekinmek: ‘O böyle kimseyi kırmak istemedikçe, kimseye olmaz demeye yüzü tutmadıkça ne kadar istemese çevresi onu kıracak, üzecekti.’ –N. Cumalı. 2) utanmak.
(bir şeye) zihni takılmak
1) yanlış bir kanıya takılıp kalmak; 2) çözülmesi gerekli bir konu üzerinde durmak.
(bir şeyi birine) çok görmek
yadırgamak: ‘Mehmetçiğimiz ayrıca anıtlara layıktır. Onun köylere kadar anıtlaştırılmasını çok görmem.’ –P. Safa.
(bir şeyi birine) haram etmek
o şeyden umulan yarar ve rahatı tattırmamak.
(bir şeyi birinin) başına sarmak
birine musallat etmek.
(bir şeyi, bir şeye) nişan koymak
ileride tanıyabilmek veya ölçebilmek için bir şeyin durumunu, onun herhangi bir özelliğini akılda tutmak veya iz bırakmak: Dönüşte yolumuzu şaşırmamak için şu çifte kavakları nişan koymuştuk.
(bir şeyi, bir yeri) siper almak
bir şeyi siper olarak kullanarak gizlenmek: ‘Kayaların arasını siper aldım, çevreyi gözetlemeye başladım.’ –M. Yesari.
(bir şeyi, kendini) siper etmek
1) kendini veya bir şeyi korumak amacıyla bir başka şeyi siper olarak kullanmak: ‘Tuğla harmanındaki ameleler durup ellerini gözlerine siper ederek etrafı aradılar.’ –S. F. Abasıyanık. 2) bir şey veya bir kimse için kendini tehlikeye atmak: ‘Siper ederek etrafı aradılar.’ –S. F. Abasıyanık.
(bir şeyi) abes bulmak
gereksiz, saçma sapan olarak kabul etmek: ‘Annem eniştemizin bu son sözlerini dinlemeyi artık abes bulurdu.’ –A. Ş. Hisar.
(bir şeyi) ağzına sürmemek
herhangi bir yiyeceği veya içeceği hiç yememek veya içmemek.
(bir şeyi) ağzında gevelemek
açıkça söylememek.
(bir şeyi) aklına koymak
1) bir şeyi yapmaya kesin olarak karar vermek: ‘Fakat Ömer birinci mevkiye oturmayı aklına koymuştu.’ –N. Hikmet. 2) çok istemek: ‘Bir düşünsün, meslekte kalmayı aklına koyuyorsa gecikmesin, vardiyaya buyursun.’ –Z. Selimoğlu.
(bir şeyi) aklında tutmak
1) bellemek; 2) unutmamak: ‘Nasıl aklında tutar bilinmez, gelmiş geçmiş onca başbakanın adlarını sayar.’ –M. İzgü.
(bir şeyi) anlata anlata bitirememek
beğenilen bir şeyden çok söz etmek.
(bir şeyi) arkada bırakmak
1) bir şeyden epey uzaklaşmış bulunmak; 2) zaman veya düşünce bakımından geçmişte bırakmak: ‘Uyandığımız zaman üçte birini arkada bırakmışızdır başlayan günün.’ –S. F. Abasıyanık.
(bir şeyi) ayakta tutmak
1) o şeyin sürekliliğini sağlamak: ‘Meddahlar seyirciyi meraklandırmayı, ilgilerini sürekli ayakta tutmayı çok iyi bilirler.’ –M. And. 2) bozulmasına, yıkılmasına, çökmesine engel olmak; 3) bir kuruluşun yaşamasını sağlamak.
(bir şeyi) başlangıç tutmak (almak)
bir işi, bir dönemin, başladığı nokta veya tarih olarak kabul etmek, belirtmek: ‘Tarihler, bu sorunu açıklarken 1071 yılını başlangıç tutarlar.’ –C. Uçuk.
(bir şeyi) bir köşeye atmak
gerektiğinde kullanılmak için bir yere koymak.
(bir şeyi) çorba etmek
karıştırmak.
(bir şeyi) deve yapmak (etmek)
başkasının malını kendine mal etmek: ‘Onu soyup soğana çevirecek, babasından kalan evleri, dükkânları birtakım maceralar yüzünden deve yapacaktı.’ –O. C. Kaygılı. ‘Allem ettiler kallem ettiler sonunda bizim eşeği deve ettiler.’ –Halikarnas Balıkçısı.
(bir şeyi) garanti etmek
1) o şeyle ilgili olarak güvence vermek; 2) bir işin gerçekleşmesi için gerekli önlemleri almak.
(bir şeyi) gâvur etmek
boşuna harcamak, yerinde harcamamış olmak, işe yaramaz duruma getirmek.
(bir şeyi) geri vermek
aldığı yere veya kimseye vermek, iade etmek.
(bir şeyi) gizli tutmak
başkalarına duyurmamak, saklamak.
(bir şeyi) gözü gibi sakınmak (saklamak veya esirgemek)
bir şeye aşırı ilgi göstermek, önemle bakıp korumak: ‘Doğru, hakları vardı, koskoca sandalıyla da beraber gömemezdiler ama çok sevdiği, gözü gibi esirgediği ağlarıyla gömebilirlerdi.’ –S. F. Abasıyanık.
(bir şeyi) gözü gibi sevmek
pek çok sevmek.
(bir şeyi) hazır etmek
hemen kullanabilecek duruma getirmek.
(bir şeyi) hedef almak
1) nişan almak; 2) ulaşılmak istenen amaca göre davranmak; 3) bir kimseyi, bir yeri yıpratmak, eleştirmek amacıyla karşısına almak.
(bir şeyi) hesaba almak
göz önünde bulundurmak, işini yürütürken o şeyi de düşünmek.
(bir şeyi) hesaptan düşmek
hesaptan, borçtan, alacaktan indirmek, çıkarmak.
(bir şeyi) hurdaya çevirmek
işe yaramaz duruma getirmek.
(bir şeyi) içi kabul etmemek
1) bir şeyden midesi bulanmak; 2) mec. benimsememek, kabullenememek.
(bir şeyi) içinde duymak
hissetmek, varlığını algılamak: ‘Donmak üzere olan insanların tatlılığını içimde duymaya başladım.’ –S. F. Abasıyanık.
(bir şeyi) imza etmek
imzalamak: ‘Bir haftaya kalmayacak, bizim delegeler sulhu imza edecekler.’ –Ö. Seyfettin.
(bir şeyi) katık etmek
ekmeğin çok, yemeğin az olduğu durumlarda yemeği ölçülü yemek.
(bir şeyi) kendi hâlinde bırakmak
üzerinde çalışmayarak geliştirmemek veya bakımsız bırakmak, işlememek: ‘Nasıl çalışmayan küf tutarsa bir müessese de gençleştirilmez, kendi hâlinde bırakılırsa ihtiyarlar, yıkılır, dağılır.’ –Ö. Seyfettin.
(bir şeyi) kir götürmek
bir şey çok kirli olmak.
(bir şeyi) kitaba (kitabına) uydurmak
yasal olmayan bir işi hile, düzen vb. ile kanuna uygun gibi göstermek: ‘Müfettiş Bey güldü ama babacan gülüşü değildi bu; tam tersine, işini kitaba uydurmuşların güveni vardı onda.’ –T. Buğra.
(bir şeyi) kuvveden fiile çıkarmak
düşünülen, tasarlanan şeyi gerçekleştirmek.
(bir şeyi) masaya yatırmak
bir konuyu, olayı enine boyuna araştırmak.
(bir şeyi) maymuna benzetmek (çevirmek, döndürmek)
gülünç ve çirkin duruma sokmak.
(bir şeyi) mesele yapmak
önemsiz bir şeyi önemli bir sorun durumuna getirmek: ‘Orada kimseyi kıskanmamışken bu sonuncu kumasını büyük mesele yaptı.’ –R. Erduran.
(bir şeyi) meslek edinmek
1) bir işi meslek olarak yapacak bilgi ve beceriyi kazanmak; 2) mec. bir şeyi yapmayı alışkanlık hâline getirmek.
(bir şeyi) nefsine yedirememek
bir şey yapmayı kendisi için ağır, onur kırıcı bulmak: ‘Riyakârlığı da bir türlü nefsine yediremiyordu.’ –S. F. Abasıyanık.
(bir şeyi) rafa koymak (kaldırmak)
savsamak, artık üstünde durmamak, ihmal etmek: ‘Anayasayı rafa kaldırarak keyfî, gelişigüzel sınırlar çizmeye kalkışmak, bu yaygaraları koparanların başlıca özelliğidir.’ –N. Cumalı.
(bir şeyi) sağlam kazığa bağlamak
işin sonuçlanmasına engel olacak şeyleri ortadan kaldırmak, işin aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri almak.
(bir şeyi) sağlama bağlamak
sağlam kazığa bağlamak.
(bir şeyi) sokaktan toplamak
kolayca sağlamak, masrafsız ve zahmetsiz elde etmek: ‘Baban parayı sokaktan topluyordu.’ –M. Ş. Esendal.
(bir şeyi) söz etmek
o şeyin dedikodusunu yapmak.
(bir şeyi) zihnine yerleştirmek
unutulmayacak biçimde aklında tutmak.
(bir şeyi) zimmetine geçirmek
emanet edilmiş para veya eşyayı kendine mal etmek.
(bir şeyin olmasına) kıl (kadar) kalmak
çok az kalmak.
(bir şeyin, bir kimsenin) etrafını almak (sarmak)
çevresinde toplanmak, ortaya almak, kuşatmak: ‘Ön arabanın karşısına geçerler, bohçacı ve yazmacı kadınların tuhaflığa vurarak etrafını alırlar.’ –R. H. Karay. ‘Herkes etrafımı sarmış, beni hararetle tebrik ediyorlardı.’ –N. F. Kısakürek.
(bir şeyin, bir kimsenin) üstüne üstüne gitmek
çekinmeden sonucu tehlikeli olabilecek bir şeyle uğraşmak, yılmamak.
(bir şeyin, birinin) attığı tırnağa değmemek
değerce ondan çok aşağı olmak.
(bir şeyin, kimsenin) üstüne toz kondurmamak
bir şeyin veya kimsenin kusurlu olabileceğini kabul etmemek.
(bir şeyin) acısı çıkmak
bir şeyin olumsuz, kötü sonucu bir süre sonra ortaya çıkmak: Dünkü yorgunluğun acısı bugün çıktı.
(bir şeyin) altına imza atmak
destek vermek amacıyla aynı düşüncede olduğunu göstermek.
(bir şeyin) altında kalmak
1) ezilmek: ‘Bir şey değil, karşıdan bir otomobil filan gelir de altında kalırım diye korktum.’ –B. Felek. 2) mec. karşılığını verememek.
(bir şeyin) altını kapatmak
ocağın alevini kapatmak: ‘Fokurdamaya başlayan çaydanlığın altını kapadı.’ –H. Taner.
(bir şeyin) altını kısmak
ocağın alevini azaltmak.
(bir şeyin) aması var
‘herkesin bilmediği sakıncası veya kusurları var’ anlamında kullanılan bir söz.
(bir şeyin) arkası gelmek
devamlı olmak, sürekli olmak.
(bir şeyin) arkası kesilmek
tükenmek, son bulmak.
(bir şeyin) âşığı kesilmek
tutku durumuna getirmek: ‘Boks merakından çok sonra güreşe merak sardı, güreş âşığı kesildi.’ –H. Taner.
(bir şeyin) başına geçmek
1) görevi altında bulundurmak; 2) bir işin yönetimini ele almak; 3) bir işi yapmaya başlamak; 4) bir şeyin etrafında toplanmak, yer almak: ‘Adam ağır adımlarla gelip masanın başına geçiyor.’ –E. M. Karakurt.
(bir şeyin) başında beklemek (durmak)
yanında durup gözetlemek: ‘Birkaç fukara köylü sabaha kadar cenazenin başında bekleyerek Kur’an okudular.’ –Halikarnas Balıkçısı.
(bir şeyin) başını beklemek
1) gözetlemek; 2) hastanın yanında bulunmak.
(bir şeyin) çaresine bakmak
gerekeni yapmak, çözüm yolu aramak: ‘Sıkboğaz etme çocuğum. Bir çaresine bakacağız. Ben annenle konuşurum.’ –M. Yesari.
(bir şeyin) çivisi çıkmak
düzeni bozulmak, kargaşa içinde bulunmak: ‘Bu ülkenin, bu dünyanın çivisi çıkmış, ben mi çakacağım?’ –A. Ümit.
(bir şeyin) davasını gütmek
sürekli olarak bir konuyu savunmak veya gündemde tutmak: ‘Bütün edebiyatım, Tanin gazetesinin cumartesi sayılarında garpçılık davasını gütmekle geçiyor.’ –F. R. Atay.
(bir şeyin) delisi (olmak)
bir şeye aşırı derecede düşkün (olmak): Oyun delisi.
(bir şeyin) derdine düşmek
yapılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak.
(bir şeyin) dibi görünmek
içindeki şey tükenmek.
(bir şeyin) dibini boylamak
batmak: Kayık denizin dibini boyladı.
(bir şeyin) dibini bulmak
1) içindekini tüketmek; 2) aslına veya sonucuna ulaşmak: ‘Bu sırrı çözmeye kalkışırsan dibini bulamazsın.’ –N. F. Kısakürek.
(bir şeyin) divanesi olmak
bir şeye çok düşkün olmak.
(bir şeyin) dozu kaçmak
dozunu kaçırmak.
(bir şeyin) dümenini elinde tutmak
yönetmek, istediği yöne doğru götürmek: ‘Başımıza gelenler, son elli yılda ekonominin dümenini elinde tutan sıfırlardan kaynaklanıyor.’ –A. Boysan.
(bir şeyin) esprisi kalmamak
ilgi çekici olmaktan çıkmak.
