burnu büyümek
kibirlenmek, büyüklenmek: ‘Yalnız onun mu burnu büyüdü? Burnu büyüyen büyüyene!’ –N. Hikmet.
burnu çenesine değmek
çok yaşlanmak: ‘Bu kez gelen, burnu çenesine değmiş bir acuzeydi.’ –İ. O. Anar.
burnu Kafdağı’na çıkmak (varmak)
kibirlenmek, şımarmak, burnu büyümek: ‘Nikâh ettirir ettirmez kadının burnu Kafdağı’na çıkmış.’ –S. M. Alus.
burnu Kafdağı’nda (olmak)
çok kibirli (olmak): ‘Çeltikçiler, o burunları Kafdağı’nda çeltikçiler çarşıya düşmüşler, önlerine gelene dert yanıyorlar.’ –Y. Kemal.
burnu kırılmak
büyüklenemez duruma gelmek.
burnu sızlamak
duygulanmak: ‘Orada zaman zaman sebepsiz yere burnu sızlardı insanın.’ –M. Mungan.
burnu sürtülmek
sıkıntı çektikten sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek, gururundan vazgeçmek.
burnu yere düşse almaz
kendini beğenmiş, kibirli.
burnuna karıncalar dolmak
ölmek: ‘Bundan sonra müteahhit eline çay verenin burnuna karıncalar dolsun!’ –A. Dino.
burnuna koymak
aldırış etmek, göz önünde tutmak, değer vermek, kale almak: ‘Oğlan mahalle arkadaşlarıyla samimi idi. Kızsa ne anasını ne babasını ne de kardeşlerini burnuna kor, bu mahalle ve bu mahalleliden nefret ederdi.’ –O. Kemal.
burnunda tütmek
çok özlemek: ‘Benim Nazlılarım, Gülizarlarım hatta Ethemlerim burnumda tütmeye başladı.’ –O. C. Kaygılı.
burnundan (fitil fitil) gelmek
elde ettiği güzel şey, sonradan gelen üzüntüler üzerine kendisine zehir olmak: ‘Sabahki o tatlı eğlentiler şimdi fitil fitil burnumdan gelmeye başladığı için bugün buralara geldiğime bin kere pişman oluyordum.’ –O. C. Kaygılı.
burnundan düşen bin parça olmak
çok asık suratlı olmak.
burnundan gelmek
iyi niyetle girişilen bir işten beklenen sonuç alınamadığından dolayı sıkıntı içinde olmak.
burnundan getirmek
yaptığına pişman etmek: ‘Hele onu bir elime geçireyim, görürsün, burnundan getireceğim.’ –H. Topuz.
burnundan kıl aldırmamak
kendisine söz söyletmemek, çok huysuz olmak.
burnundan solumak
çok öfkelenmiş olmak: ‘İnliyor, göz süzüyor, burnundan soluyarak konuşuyordu.’ –M. Ş. Esendal.
burnunu çekmek
1) sümüğünü çekmek: ‘Madam, küçük bir çocuk gibi burnunu çekerek eliyle içerideki odayı gösteriyor.’ –A. Ümit. 2) mec. umduğunu bulamamak, amacına ulaşamamak.
burnunu kırmak
birini güç durumda bırakarak büyüklenmesini veya direnişini yok etmek.
burnunu sıksan canı çıkacak
çok zayıf ve güçsüz kimseler için kullanılan bir söz: ‘Nerdee iş nerede. Bizimkinin ağzını bıçak açmıyor. Burnunu tutsan canı çıkacak.’ –O. Kemal.
burnunu sürtmek
sıkıntı çektikten sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek, gururundan vazgeçmek: ‘Hadisat şimdi burnunu da sürtmüş olduğundan ilk karısına karşı iyi davranıyordu.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
burnunun dibine sokulmak
çok yaklaşmak, iyice yaklaşmak.
burnunun dikine (doğrusuna) gitmek
öğüt dinlemeyerek kendi bildiği gibi davranmak: ‘Soruların yanıtlarını buldum mu ne gezer ama nedense aptal kafam burnunun dikine gitmeyi sürdürdü.’ –A. Ümit.
burnunun direği kırılmak (düşmek)
çok pis bir koku duyarak tedirgin olmak.
burnunun direği sızlamak
maddi veya manevi çok acı duymak, çok üzülmek: ‘Burnunun direği sızlaya sızlaya evini özlemektedir.’ –R. N. Güntekin.
burnunun direğini kırmak
çok pis bir koku yayarak tedirgin etmek: ‘Tezek kokusu burnumun direğini kırmış, ciğerime işlemişti.’ –B. R. Eyuboğlu.
burnunun ucundan ötesini (ilerisini) görmemek
dar düşünceli olmak.
burnunun ucunu görmemek
1) çok sarhoş olmak; 2) dalgın, dikkatsiz olmak.
burnunun yeli harman savurmak
1) büyüklenmek, kibirlenmek; 2) çok öfkelenmek.
burnunun yeli kırılmak
öfkesi yok olmak: ‘Vazgeçin, dedi Nuh, kızlara yazık… Niye yazık olsun? Burnunun yeli kırılır, cart curt edemez millete!’ –O. Kemal.
burun bükmek
beğenmemek, önem vermemek: ‘… şöyle demiştim, böyle yapmıştım, diyene burun büker.’ –Y. K. Beyatlı.
burun buruna gelmek
1) beklenmedik bir anda karşılaşmak, birbirlerine çok yaklaşmak: ‘Nabi Efendi, merdivenleri yorgun yorgun çıkarken sofada karısıyla burun buruna geldi.’ –M. Yesari. 2) karşısında hissetmek: ‘O kadar gururlu bir tavrı vardı ki onu ilk kez gören birisi, bu kişinin az önce ölümle burun buruna geldiğini düşünemezdi.’ –N. Hikmet.
burun kıvırmak
önem vermemek, küçümsemek, beğenmemek: ‘Açıkçası durmadan yakınan o kadınlara burun kıvırdım.’ –A. Ağaoğlu.
burun şişirmek
kibirlenmek.
burun yapmak
üstünlük taslamak.
burusu tutmak (tutulmak)
sancılanmak: ‘Ben evin içinde zaten burusu tutulanlardan bahsedildiğine pek çok defalar müsadif olmuştum.’ –H. Z. Uşaklıgil.
buyruğu altına girmek
bir kimse başka bir kimsenin isteklerini ister istemez yerine getirmek zorunda olmak.
büyü bozmak
yapılmış bir büyüyü etkisiz duruma getirmek.
büyü bozulmak
1) yapılmış bir büyü etkisiz duruma getirilmek: ‘Öldük, ölümden bir şeyler umarak / Bir büyük boşlukta bozuldu büyü’ –C. S. Tarancı. 2) mec. önceden hissedilen duygular hissedilmez olmak.
büyük (söz) söylemek
yapacağı bir şey hakkında kesin konuşarak övünmek.
büyük abdesti gelmek
dışkı yapma ihtiyacı duymak.
büyük gelmek
kıyafet, bol ve geniş olmak.
büyük görmek (bilmek, tutmak)
kendini veya başkasını olduğundan üstün saymak, yüceltmek.
büyük laf etmek
büyük söz söylemek.
büyük oynamak
1) çok para koyarak kumar oynamak; 2) mec. büyük risk ve beklentilerle bir işe girişmek.
büyük sözüme tövbe!
bir konuda çok kesin konuşulduğunda tersi bir durumun başa gelmemesi dileğini belirten bir söz: ‘Büyük sözüme tövbe, hatır ve hayalime bile getiremem.’ –S. M. Alus.
büyük yemin etmek
bir şeyi yapmamak konusunda en kutsal şeyler üzerine ant içmek.
büyükle büyük, küçükle küçük olmak
her yaş ve durumdaki kişilere karşı dostça, arkadaşça davranmak.
büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpmek
saygı ve sevgi göstermek: ‘Buralara kadar zahmet ettiniz, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.’ –H. Taner.
büyüklük göstermek
gönül ululuğu göstermek: ‘İnsan yaptığı işler ve bıraktığı eserlerle büyüklüğünü gösterir.’ –A. Gündüz.
büyüklük satmak
gururlanıp üstünlük taslamak: ‘Bir eski muallime olan annem, istese de büyüklük satamazdı, elinden gelmezdi.’ –O. Kemal.
büyüklük taslamak
kendini üstün görmeye çalışmak, böbürlenmek: ‘Düne kadar kibir onların, büyüklük taslamak onların.’ –N. Cumalı.
büyümüş de küçülmüş
konuşması ve davranışları yaşına uymayan, büyüklerinki gibi olan: ‘Küçücük gözlü, çokbilmiş suratlı, büyümüş de küçülmüş, kavruk bir oğlandı.’ –H. Taner.
buyur etmek
1) buyurun diyerek konuğu saygı ile içeri almak: ‘Soldaki bahçeli kahveye buyur ettim.’ –S. F. Abasıyanık. 2) sofraya çağırmak: ‘Aliş’e de buyur ettiler, ekmek, peynir ve üzümden ibaret yemeklerini yemeye koyuldular.’ –Halikarnas Balıkçısı.
buyurun cenaze namazına!
şaka beklenmedik kötü bir durum karşısında üzüntü anlatan bir söz.
büyüsüne kapılmak (tutulmak)
bir şeyin, bir kimsenin çekiciliğinden kurtulamamak: ‘Durup durup başıma gelenlerin büyüsüne kapılıyordum.’ –O. Pamuk.
buz bağlamak
sıvıların yüzeyi donmak.
buz gibi
1) çok soğuk; 2) çok soğuk bir etki uyandıran (şey veya kimse); 3) kötü nitelikler için kesinlik: Adam buz gibi hırsız. 4) kesinlikle: ‘Elbette can sıkıntısına düşer, buz gibi düşman kesilir erkeğe.’ –A. Erhat.
buz kesilmek
şaşılacak, üzülecek bir durum karşısında donakalmak.
buz kesmek
çok üşümek: ‘Beton döşeme bir türlü ısınmak bilmiyordu. Ve akşamlardan sabahlara kadar ayakları, baldırları buz kesiyordu.’ –R. Enis.
buz tutmak
sıvının üstünde buz oluşmak, buzla kaplanmak.
buz üstüne yazı yazmak
1) süresi, etkisi çok az olacak bir iş yapmak; 2) bir kimseye etki yapmayan sözler söylemek.
buzdolabı gibi
çok soğuk bir etki uyandıran (kimse).
buzdolabına kaldırmak
bir konuda anlaşmaya varılamadığı için onu bir süre gündem dışında bırakmak.
buzlar çözülmek
1) buzlar erimeye ve kırılmaya başlamak; 2) mec. aradaki soğukluk, dargınlık, gerginlik ortadan kalkmak.
büzülüp oturmak (kalmak)
bir kenarda çekingen bir tavırla oturmak: ‘Ankara’ya kadar bir köşeye büzülüp kaldım.’ –A. Gündüz.
çaba göstermek
bir işi başarmak için çalışmak, uğraşmak, gayret göstermek: ‘Onu kurtarabilmek için olmayacak şeylere saldırmak derecesinde bir çaba gösteriyorsunuz.’ –H. R. Gürpınar.
çaba harcamak
bir işi yapabilmek için elinden geleni yapmak: ‘Tehlikeyi anlamış olacak ki seçimlerde oylarını dağıtmamaya çaba harcıyordu.’ –T. Buğra.
caddeyi tutmak
1) herhangi bir sebeple bir yoldan geçişi engellemek, kapamak; 2) argo korkulu bir durumda başını alıp gitmek, uzaklaşmak: ‘Emine bağırarak caddeyi tutarken peşi sıra ötekiler de kalktılar.’ –O. C. Kaygılı.
cadı gibi
1) saçı başı dağınık, tırnakları uzun ve pis (kadın); 2) çok becerikli.
cadı kazanı gibi kaynamak
dedikodu, kargaşa çok olmak.
cafcafından geçilmemek
her zaman ve her yerde gösteriş yapmak: Cafcafından geçilmiyor.
çağ açmak
herhangi bir bakımdan öncekilerden farklı olan yeni bir evrensel gidişe yol açmak.
çağ atlamak
büyük ilerleme sağlamak.
çağ dışı olmak (kalmak)
1) çağın gerektirdiği şartların gerisinde kalmak; 2) ask. yedek askerlik çağını doldurmuş olmak.
çağanoz gibi
eğri büğrü (kimse).
çağı geçmek
1) eskimek; 2) dönemi veya modası geçmek.
çağı yakalamak
çağın gerektirdiği gelişmişlik düzeyine ulaşmak.
çağın gerisinde kalmak
gelişmelere ve yeni düşüncelere uyum sağlayamamak, ayak uyduramamak: ‘Ben yeniliklere yabancı, eski moda, çağın gerisinde kalmış, emekli bir istihbaratçıyım.’ –O. Aysu.
çağını aşmak
düşünce, tutum ve davranışlarıyla bulunduğu çağdan daha ileride olmak.
çağlamadan çatlamak
gerekli olgunluğa erişmeden olgun davranışlarda bulunmak, büyüklük taslamak.
cahil kalmak
bilgi edinememek, bilgisi olmamak: ‘Bu konularda yeni kuşağın yanında her zaman cahil kalmaya mahkûmuz.’ –H. Taner.
caka satmak
gösteriş yapmak, çalım satmak: ‘Askerliğin palavra ile olmadığını anladı ama hâlâ caka satıyor.’ –H. E. Adıvar.
caka yapmak
gösterişli davranmak, fiyakalı durumda olmak: ‘Baktım ki caka yapıyor, vesikayı el âleme göstere göstere eviriyor, çeviriyor.’ –P. Safa.
cakasından geçilmemek
her zaman ve her yerde gösteriş yapmak: ‘Dünyaları yakarım diyen, o cakasından geçilmeyen genç adamdan geriye bir enkaz kalmıştı.’ –A. Ümit.
cakasını bozmak
çalımına engel olmak, böbürlenmesini boşa çıkarmak.
çakı gibi
1) canlı ve atik: ‘Övünmek saymazsanız çakı gibi topçu subayı oluyordum.’ –R. Erduran. 2) sağlıklı.
çakı suyu kesiyor
bıçak suyu kesiyor.
çakılı kalmak
1) yerini veya biçimini değiştirmeden durmak; 2) iz bırakmak: ‘O günkü sözleri çakılı kaldı bende.’ –N. Cumalı.
çakılıp kalmak
bir yerde uzun süre hareketsiz kalmak: ‘Bir arıza yapsa araba çakılıp kalacağız.’ –Ç. Altan.
çalı gibi
sık ve sert (saç, sakal).
çalım atmak (yapmak)
çalımlamak.
çalım satmak
kurulup büyüklük taslamak: ‘İzmir ve dolaylarında çalım satıp dolaşmaya başlayacaklar.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
çalım yemek
futbolda çalım ile geçilmek.
çalımına gelmek (getirmek)
uygun zaman veya durumu ele geçirmek: ‘Sanki demek istediğim bir çalımına gelseydi seni de yüzdürürdü.’ –M. Ş. Esendal. ‘Yıldız, çalımına getirdikçe ateş ediyordu.’ –A. Gündüz.
çalıp çırpmak
hırsızlık yapmak: ‘Müşteri ise her zamanki oyunbazlığıyla çalıp çırptıklarını eve yığıyordu.’ –İ. O. Anar.
çalmadan oynamak
1) çok keyifli ve sevinçli durumda bulunmak; 2) bir işe çok hevesli görünmek.
çalyaka etmek
yakasına yapışıp sıkıca tutmak: ‘Şimdi karakoldan görürlerse kudurmuşsun diyerek çalyaka ederler.’ –H. R. Gürpınar.
çam devirmek
karşısındakine dokunacak veya kötü bir sonuç doğuracak söz söylemek: ‘Bu hoppa oğlan, karısına ne diller dökecek, ne potlar kıracak, ne çamlar devirecekti.’ –H. R. Gürpınar.
cam gibi
1) arkası görünen, saydam, şeffaf; 2) donuk, cansız (göz).
