boş durmak
işsiz kalmak, çalışmamak: ‘Mustafa Kemal’in hiç boş durduğu yoktu.’ –F. R. Atay.
boş durmamak
1) her zaman bir işle uğraşmak; 2) birinin yaptığına karşılık olarak bir harekette bulunmak: ‘Bizden sonra cenaze çıkmış bir eve benzeyen Bekirağa bölüğündeki arkadaşlar boş durmamışlardı.’ –H. C. Yalçın.
boş düşmek
esk. İslam hukukuna göre, kadın kocasından ayrılmak.
boş gezenin boş kalfası
işsiz güçsüz dolaşan (kimse): ‘Oraya daha çok boş gezenin boş kalfası emekliler ya da ağırbaşlı orta yaşlılar giderdi.’ –H. Taner.
boş gezmek (gezinmek)
işsiz güçsüz dolaşmak: ‘On gün boş mu gezdin?’ –Ö. Seyfettin.
boş gözlerle bakmak
anlamsız bakmak.
boş kalmak
1) kimse oturmamak: ‘Bir kayıkta boş kalan son yere atlayıp Galata’ya geçerken kafası hem umut hem de endişeyle doluydu.’ –İ. O. Anar. 2) işsiz kalmak: ‘Her senede üç dört ay, bahusus kışın boş kalırız.’ –S. F. Abasıyanık.
boş kile dipsiz ambar
dipsiz kile boş ambar.
boş konuşmamak
gerçekleri söylemek, bilgisine dayanarak anlatmak: ‘Amiralin sözlerine inanmak lazım, boş konuşmaz.’ –F. F. Tülbentçi.
boş koymak
yoksun bırakmak.
boş ol (olsun)
esk. erkeğin karısını boşamak için söylediği söz: ‘Boş ol deyince karılarının pılı pırtı toplayıp gitmesini hayalliyorlar.’ –C. Uçuk.
boş oturmak
hiçbir işi olmamak.
boş vermek
argo aldırmamak: ‘Aldırmayacaksın, boş vereceksin, güleceksin.’ –N. F. Kısakürek.
boş yerine vurmak
böğürlerine vurmak.
boşa almak
1) askıya almak; 2) motorlu araçlarda vites kolunu vitesten kurtarmak, rölantiye almak.
boşa çıkarmak
olumlu bir sonuç alınmasını engellemek: ‘Çocuklar her atılımını boşa çıkarıyor, onunla alay ediyorlar.’ –A. İlhan.
boşa çıkmak
umut, düşünce vb. şeyler sonuç vermemek, gerçekleşmemek: ‘Ümidim boşa çıkınca dizlerimin bağı çözülür.’ –H. R. Gürpınar.
boşa gitmek
harcanan emek, para hiçbir işe yaramamak, olumlu bir sonuca ulaşamamak: ‘Bir fikrin gerçekleştirilmesine yaramayan zaferler boşa gider.’ –Atatürk.
boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz
içinden çıkılamayan güç bir durum karşısında kalındığında söylenen bir söz.
boşa vermek
boş geçirmek.
boşta gezmek
işsiz olmak: ‘Huriye Hanım, kızının bu boşta gezer oğlana vardığı zaman …’ –B. Felek.
boşta kalmak
işsiz kalmak.
boy almak (sürmek)
boyu uzamak, boylanmak.
boy atmak
boyu uzamak, boylanmak, gelişmek.
boy bos yerinde
uzun ve biçimli: Boyu bosu yerinde, yakışıklı adam.
boy göstermek
1) görünmek: ‘Burada biraz boy gösterdikten sonra bir yolunu bulup kapağı Paris’e attı.’ –H. E. Adıvar. 2) gösteriş yapmak.
boy vermek
1) su insan boyunu aşacak kadar derin olmak; 2) suya dalarak boyu ile suyun derinliğini ölçmek; 3) büyümek: ‘Eğer fideleriniz nitelikli değilse boy verip yapraklandıkça, çiçek açtıkça, meyve verdikçe fideliğe kızmaya hakkınız yoktur.’ –S. Birsel.
boya tutmak
bir şey iyi boyanır olmak.
boya vurmak (çekmek, sürmek)
boyamak: ‘Kimi kirpiklerine boya sürüyordu.’ –R. H. Karay. ‘Kıpkızıl bir boya çektin odanın her yerine.’ –M. A. Ersoy.
boyası atmak
boyası solmak.
boynu armut sapına dönmek
çok zayıflamak.
boynu kıldan ince olmak
haksız olduğu anlaşıldığında verilecek her türlü cezaya razı olmak: ‘Eğer efendim, bir kelime yalanım varsa hükûmete karşı boynum kıldan incedir. Vurunuz.’ –H. R. Gürpınar.
boynuna almak
bir şeyi borç veya ödev olarak üzerine almak: ‘Çobanın hekim parasını, ilaç parasını boyunlarına aldılar.’ –M. Ş. Esendal.
boynuna geçirmek
bir şeyi kendine mal etmek, zimmetine geçirmek.
boynunda kalmak
bir sözü iletmediği veya birine ödenecek parayı ödemediği için üzerinde borç kalmak.
boynunu bükmek
1) acındırıcı, çaresiz bir durumda kalmak: ‘Biraz düşündükten sonra ağır ağır başını eğip yere baktı ve boynunu büktü.’ –Y. Z. Ortaç. 2) bir durumu, bir işi ister istemez kabul etmek: ‘Şoför yine boynunu büktü, ‘O yürüyemezse, ben de yürüyemem ne yapayım?’ der gibi yüzüme baktı.’ –N. Hikmet. 3) bitki canlılığını yitirmek.
boynunu kırmak
hlk. çekip gitmek: ‘Daha bir ay tutunamazlar, boyunlarını kırarlar deniliyordu.’ –Ö. Seyfettin.
boynunu uzatmak
her şeye, her cezaya razı olmak.
boynunu vurmak
başını keserek öldürmek.
boynuz çekmek
boynuz kullanarak kan çekmek, hacamat etmek: ‘Hastalık göğse inip ateş başlayınca yapılacak şey hastaya boynuz çekmek olurdu.’ –B. Felek.
boynuz dikmek
kadın başka erkekle ilişki kurarak kocasını aldatmak: ‘Ah ayol, kadın bu yaştan sonra boynuz dikiyor diye ondan iğrenirler.’ –Ö. Seyfettin.
boynuz eğmek
istemeyerek uymak, karşı tarafın gücünü kabul etmek.
boynuz isterken kulaktan olmak
daha iyisini, mükemmelini ararken mevcut olanı yitirmek.
boynuz kulağı geçmek
bir konuda daha sonra yetişenler yetenek bakımından eskileri geçmek.
boynuz takmak (takınmak, taktırmak)
karısı başka bir erkekle ilişki kurarak aldatmak (aldatılmak): ‘Onlar da sana seksen zamparayla boynuz taktırdılar ya.’ –H. R. Gürpınar.
boyu beraber
kendi boyu kadar: Boyu beraber çocuğu var.
boyu boyuna, huyu huyuna
‘karı koca veya arkadaşlar arasında her bakımdan uygunluk olması gerekir’ anlamında kullanılan bir söz.
boyu devrilsin (devrilesi)
‘ölsün’ anlamında kullanılan bir ilenme sözü.
boyun bir karış uzadı
alay ‘gereği olmayan o işi yapmakla sanki yükseldin’ anlamında kullanılan bir söz.
boyun bükmek
boynunu bükmek.
boyun eğmek
isteyerek veya istemeyerek uymak, katlanmak: ‘Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli ya öbür tarafla birleşmeli idik.’ –F. R. Atay.
boyun kesmek
selam vermek için başını eğmek: ‘Eli göğsünde, boyun keserek dervişçe bir selamla alçak bir sedirin ucuna ilişti.’ –H. Taner.
boyun kırmak
saygı duyulan bir kimse karşısında, ayaktayken başı öne bükmek: ‘Hürrem Hakkı, Ferhunde’nin önünde boyun kırdı.’ –M. Yesari.
boyun olmak
hlk. kefil olmak.
boyun vermek
buyruk altına girmek.
boyuna bosuna bakmadan
‘fizik yapısının gereğince gelişmemiş olmasını göz önünde bulundurmadan’ anlamında kullanılan bir söz.
boyunca çocuğu olmak
yetişkin çocuğu olmak.
boyunduruğa atmak (almak)
güreşte hasmın başını koltuk altına alıp boynuna kol dolamak.
boyunduruğa vurmak
baskı altına almak.
boyunduruk altına girmek
başkasının baskısı altında kalmak.
boyunun ölçüsünü almak
1) kendi yetersizliğini, beceriksizliğini anlamak: ‘Gelsin de görsün bakalım… Boyunun ölçüsünü alsın. Anlasın yük gemisiyle yola çıkmanın ne demek olduğunu…’ –Z. Selimoğlu. 2) beklediği yakınlığı görememek.
boza gibi
koyu ve bulanık (sıvılar).
boza olmak
hlk. utanmak, bozum olmak.
bozdur bozdur harca
alay çok az olan şeyler için kullanılan bir söz.
bozguna uğramak (vermek)
yenilip perişan olmak, dağılmak, hezimete uğramak: ‘Durdu ve bir anda bütün mukavemeti bozguna uğradı.’ –P. Safa.
bozuk çalmak
argo canı sıkılmış, yüzü asılmış olmak.
bozuk plak gibi
sürekli tekrarlanarak.
bozum etmek
argo utandırmak, mahcup etmek.
bozum olmak
argo utanmak, utanacak duruma düşmek, mahcup olmak.
bozuntuya uğramak
şaşkınlığa kapılmak.
bozuntuya vermemek
bir kimsenin hoşa gitmeyen bir durumunda fark etmemiş gibi davranmak: ‘Bozuntuya vermedim, yürüdüm, yanına gittim.’ –Ö. Seyfettin.
bronz gibi
tunca benzeyen, tunç renginde olan.
bucak bucak aramak
her yerde aramak: ‘Sizi bucak bucak arayan ölüm, nihayet izinizi bulup karşınıza dikildi mi?’ –A. N. Asya.
bucak bucak kaçmak
bir olay, bir durum veya bir kimseyle karşılaşmamaya çalışmak: ‘Sen gerçek hayattan bucak bucak kaçıyorsun.’ –A. Kulin.
bugün git, yarın gel
bir iş yapılmak istenmediğinde baştan savmak için kullanılan bir söz.
bugünden tezi yok
hemen şimdi, derhâl: ‘Bugünden tezi yok, şimdi buradan çıkıp oraya gidiyorum.’ –H. R. Gürpınar.
bugünkü günde
şimdi, içinde bulunduğumuz zamanda, şimdiki şartlarda: ‘Bugünkü günde İngilizcesiz olmuyor çok iş.’ –N. Uygur.
buhar olmak
hlk. yok olmak, kaybolmak: ‘Sanki buhar olup göğe çekilmişlerdi.’ –S. Ayverdi.
buhran geçirmek
bunalım geçirmek.
buhrana tutulmak
buhran geçirmek.
bukağı vurmak
bukağı takmak.
bukalemun gibi renkten renge girmek
sürekli düşünce değiştirmek.
bula bula bunu (onu, bir şeyi, birini) bulmak
1) var olanların en değersizini seçmek; 2) kötü bir şeye rastlamak.
bulantı vermek
1) midesini bulandırmak; 2) mec. bıkkınlık vermek: ‘Gözlerime, kulaklarıma, beş duyuma birden tiksinti, bulantı veren bu manzaraların ortasında niye duruyordum?’ –A. Gündüz.
bulaşık suyu gibi
kötü hazırlanmış, tadı tuzu olmayan (sulu yiyecek ve içecek).
bülbül gibi konuşmak (okumak)
1) kolaylıkla konuşmak, okumak: ‘Kadın bülbül gibi Fransızca konuşuyor.’ –H. E. Adıvar. 2) itiraf etmek.
bülbül gibi konuşturmak (söyletmek)
itiraf ettirmek: ‘Buluştukları zaman da onu bülbül gibi konuşturdu.’ –T. Buğra.
bülbül gibi şakımak
güzel sesle, neşeyle konuşmak.
bülbül gibi söylemek
hiçbir şey saklamadan bildiklerini söylemek, itiraf etmek: ‘Mahkemeye havale edeceğim, orada bülbül gibi söylersin.’ –Ö. Seyfettin.
bülbül kesilmek
bir etki veya baskı altında çokça konuşmak: ‘İnsan bir garip nesnedir. Bir korku atlattıktan sonra bülbül kesilir.’ –N. Hikmet.
buldumcuk olmak
bir şeye sonradan ulaşınca şımarmak.
bulunmaz Bursa (Hint) kumaşı
alay çok az bulunduğu ve çok değerli olduğu sanılan şey: ‘Nuri’ye gelince bulunmaz bir Hint kumaşı sayılmazdı o da.’ –O. Rifat.
bulup buluşturmak
çaba göstererek bir şeyler sağlamak.
bulut gibi
çok sarhoş.
bulut olmak
çok sarhoş olmak: ‘Meyhaneli köylerin her birinde üçer beşer çekmiş, bulut olmuştur.’ –O. C. Kaygılı.
buluttan nem kapmak
en küçük bir şeyden alınmak, çok alıngan olmak: ‘Biraz gariptir ki buluttan nem kapan o zamanki sansür bu cinayetler ve tesadüflerden ahkâm çıkararak hafiyelik etmezdi.’ –A. Ş. Hisar. ‘İhtiyatlı ol, bunlar tilkidir, rüzgârdan nem kapar; elden kaçırmayalım.’ –A. İlhan.
buna değdi (idi) buna değmedi (idi) demek
birçok şeyin, iyilerini seçip önceden beğenmeyip bıraktıklarını da sonradan almak.
bunda bir iş var
gizli veya bilinmeyen bir yönü olan olay veya durum için kullanılan bir söz.
bundan iyisi can sağlığı
‘bundan daha iyisi olamaz’ anlamında kullanılan bir söz.
burnu (bile) kanamamak
1) zarar görmemek, yarasız beresiz olmak; 2) tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak: ‘Burunları bile kanamadan ganimete kavuşacaklardı.’ –F. F. Tülbentçi.
