bıçak altına yatmak
ameliyat olmak.
bıçak atmak
1) bir hedefe bıçak fırlatmak; 2) bıçaklamak; 3) ameliyat etmek.
bıçak bıçağa gelmek
bıçakla birbirine saldıracak kadar zorlu kavga etmek.
bıçak çekmek
üzerindeki bıçağı birden eline alarak birine saplamaya hazırlanmak: ‘Köy delikanlılarının bıçak çekmeye elleri bile değmedi.’ –M. Ş. Esendal.
bıçak gibi
ince, keskin.
bıçak gibi kesilmek
söz, konuşma, sohbet birden bitmek, duruvermek: ‘Bu tatlı sohbetin arasında kapı çalındı, lakırtıları bıçak gibi kesildi.’ –H. E. Adıvar.
bıçak gibi kesmek
1) çok keskin olmak; 2) birdenbire ve tamamen ortadan kaldırmak.
bıçak gibi saplanmak
sancı, ağrı birden ve güçlü olarak gelmek.
bıçak kemiğe dayanmak
çekilen sıkıntı artık katlanılamayacak bir duruma gelmek: ‘Bıçak kemiğe dayandı mı başkaldırır, canını sakınmaz, hakkını ister.’ –A. Ağaoğlu.
bıçak silmek
bir işi bitirmek.
bıçak suyu kesiyor
‘çok körleşmiş’ anlamında kullanılan bir söz.
bıçak vurmak
1) bıçakla kesmek; 2) bıçaklamak.
bıçak yemek
bıçaklanmak.
bıkkınlık gelmek
bıkmak, usanmak, bunalmak: ‘Zaman olur, en yakın arkadaşından bile bıkkınlık gelir insana.’ –K. Korcan.
bıkkınlık vermek
bir şeyi sürekli tekrarlayarak karşısındakini usandırmak.
bıldırcın gibi
kısa boylu, dolgunca, alımlı (kadın).
bırak Allah’ını seversen
bir kimse veya nesnenin değersizliğini belirtmek için kullanılan bir söz.
bırak ki
varsay ki: ‘Filan hekim, dediler, geldi baktı, anlamadı / Bırak ki anlasalar var mı çare hiç, ne gezer’ –M. A. Ersoy.
bıyığı (bıyıkları) terlemek
bıyığı yeni yeni çıkmaya başlamak: ‘Çocukları ve bıyıkları terlemeye yüz tutmuşları selamlıktan çağırdılar.’ –R. H. Karay.
bıyığını balta kesmez olmak
kimseden korkusu olmamak.
bıyığını silmek
bir işi olmuş bitmiş sayarak onunla uğraşmaktan vazgeçmek.
bıyık altından gülmek
birinin durumuna belli etmemeye çalışarak gülümsemek: ‘Sanki yarım ağız söylediğimi anlamış gibi bıyık altından gülerek şöyle bir süzüyor beni.’ –A. Ümit.
bıyık burmak (bükmek)
çalım yapmak amacıyla bıyıklarını kıvırmak: ‘Bıyık buran, göğüs geren erleriz.’ –E. B. Koryürek.
bıyıkları ele almak
delikanlılık çağına girmek.
boca etmek
1) geminin başını rüzgâr almayan tarafa çevirmek: ‘Ne var ki Ateşoğlu dümendeydi. Yükseldi, yine boca etti.’ –Halikarnas Balıkçısı. 2) mec. birden çevirip boşaltmak, dökmek: ‘Şarap koyuyorum diye sirke şişesini boca etmişsin.’ –H. R. Gürpınar.
böcek çıkarmak
ipek böceği yetiştirmek.
böcek gibi
ufak tefek ve esmer (çocuk).
bocuk domuzuna dönmek
çok semiz ve besili olmak.
bocur bocur kabarmak
duygulanıp içi kabarmak.
bodur kalmak
1) boyu uzamamak: ‘Boyu bosu kötü toprağa düşmüş İdris ağacı gibi bodur kalmış.’ –Y. K. Karaosmanoğlu. 2) mec. gelişmemek.
boğa gibi
çok güçlü görünen, vücudu iyi gelişmiş (delikanlı).
boğaya çekmek
ineği boğa ile cinsel ilişkide bulundurmak.
boğaya gelmek
çiftleşme zamanı gelmek.
boğaz açmak
ağaçların dibini kazarak toprağı kabartmak.
boğaz boğaza gelmek
zorlu kavga etmek: ‘Birbiriyle boğaz boğaza gelen okul çocuklarını, Samet’in varlığı bugünlerde tek bir vücut gibi bir araya toplayabilirdi.’ –H. E. Adıvar.
boğaz durmaz
yeme içme gereksiniminin başka ihtiyaçlar gibi geri bırakılamayacağını anlatan bir söz.
boğaz içinde kavga var
açlığını aşırı bir biçimde gidermeye çalışanlar için söylenen bir söz.
boğaz ola
hlk. ‘afiyet olsun, yarasın, bereketli olsun’ anlamında kullanılan bir iyi dilek sözü.
boğaz olmak
1) boğazı ağrımak: ‘Çocukluğumdan beri sık sık boğaz olurdum.’ –B. Felek. 2) imrenmekten boğazı şişmek: ‘Fazla imrendiriyorsun insanı, boğaz olacağız.’ –S. F. Abasıyanık.
boğazı açılmak
iştahı artmak.
boğazı düğümlenmek
üzüntüden boğazı tıkanmak.
boğazı inmek
bademcikleri şişmek, iltihaplanmak.
boğazı işlemek
durmadan bir şeyler yemek.
boğazı kurumak
çok susamak: ‘Kediyi karşısında gördükçe yüreği titriyor, boğazı kuruyor.’ –M. Ş. Esendal.
boğazına bir yumruk tıkanmak (gelip oturmak)
konuşamaz olmak, sesi çıkmamak: ‘Babasının adı anılınca Ferit’in boğazına bir yumruk tıkandı.’ –A. İlhan.
boğazına dizilmek
üzüntü, kaygı vb. sebeplerle isteksiz yemek, iştahı kesilmek.
boğazına durmak
yediği şeyi yutamamak: ‘Nankörler! Yediğiniz ekmek boğazınızda dursun.’ –Halikarnas Balıkçısı.
boğazına indirmek
fazla ve gelişigüzel yemek.
boğazına kadar
pek çok, gereğinden fazla, aşırı ölçüde: ‘Baba daima boğazına kadar borç içinde yaşar, müsrif, batakçı bir memurdu.’ –Ö. Seyfettin.
boğazına sarılmak
üstüne yürümek: ‘Tam boğazına sarılacaktım, yere düştü, bir daha kalkamadı.’ –R. H. Karay.
boğazında düğümlenmek
söylemek istediğini heyecan veya üzüntü yüzünden diyememek.
boğazından artırmak
yiyeceğinden kısıp parasını artırmak.
boğazından geçmemek
sevdiği bir kimsenin yokluğu veya yoksulluğu dolayısıyla bir yiyeceği yalnız başına yemekten üzüntü duymak: ‘Her gün evde pişen türlü yemeklerin hiçbiri sensiz boğazımdan geçmiyor.’ –O. C. Kaygılı.
boğazından kesmek
yiyip içmede çok tutumlu davranmak: ‘Ekonomi, kendinin ve çoluk çocuğunun boğazından kesmek demekti.’ –R. N. Güntekin.
boğazını doyurmak
karın doyurmak.
boğazını sevmek
yiyip içmeye düşkün olmak.
boğazını sıkmak
bunaltmak, sıkıntı vermek: ‘Müfit, boğazını sıkan büyük öfke ile titreyerek başını çevirdi.’ –P. Safa.
boğazını yırtmak
olanca gücüyle bağırmak.
boğuntuya getirmek
argo birini bunaltıp şaşırtmak yolu ile kendisinden, bir iş veya mal karşılığı olarak çok miktarda para çekmek.
bohçanın dört ucunu bir araya getirememek
1) iki yakayı bir araya getirememek; 2) dengeyi sağlayamamak.
bohçasını koltuğuna almak
kendi isteğiyle ayrılmak: ‘Günün birinde bohçasını koltuğuna alıp kıyı mahallelerden birinde oturan ablası Fitnat Hanım’ın evine gitti.’ –M. Ş. Esendal.
bohçasını koltuğuna vermek
kovmak, işine son vermek.
bohçasını toplamak
eşyasını toplamak.
bok atmak
kaba birine leke sürmek, kara çalmak.
bok etmek (bokunu çıkarmak)
kaba bir işi, bir şeyi bozmak, berbat etmek.
bok karıştırmak
kaba bir işi bozacak biçimde davranmak.
bok soyu (bokun soyu)
kaba kızılan veya tiksinilen bir şeye karşı sövgü olarak söylenen bir söz.
bok üstün bok
kaba çok kötü, çok berbat.
bok yedi başı
kaba burnunu her işe sokan, her işe karışan.
bok yemek
kaba yakışıksız bir iş yapmak: ‘Merak etme kızım, bok yiyor o herif, dedi.’ –A. Kutlu.
bok yemenin Arapçası
kaba ‘yakışıksızlığın büyüğü’ anlamında kullanılan bir söz.
bok yoluna gitmek
kaba yararsız, gereksiz bir şey uğruna yok olmak.
boku çıkmak
kaba bir iş veya durum tatsızlaşmak.
bokuyla kavga etmek
kaba çok sinirli ve geçimsiz olmak, her şeye öfkelenir olmak.
bol doğramak
parasını saçıp savurmak.
bomba gibi
1) iyi, sağlam, göz alıcı, gösterişli; 2) iyi hazırlanmış, çok çalışmış (öğrenci).
bomba gibi patlamak
1) öfkelenerek birdenbire ve yüksek sesle bağırıp çağırmak; 2) bir olay birdenbire ortaya çıkarak herkesi şaşırtmak: ‘Babamın Üsküp’ü terk etmek ve Selanik’e gidip yerleşmek hakkında verdiği karar ailemiz arasında bir bomba gibi patladı.’ –Y. K. Beyatlı.
boncuk gibi
çok küçük.
bora gibi
çok sert, öfkeli, şiddetli.
borç almak
daha sonra ödemek üzere birinden para veya bir şey almak: ‘On beş lira borç aldıktan sonra eve döndüm.’ –H. E. Adıvar.
borç altına girmek
borç para almak.
borç bini aşmak
borç, altından kalkılamayacak duruma gelmek.
borç etmek (yapmak)
borçlanmak: ‘Altlarında şilte, dolaplarında eşya kalmadı ama kimseye de borç yapmadılar.’ –P. Safa. ‘Babasından bir şey koparamadığı zaman borç ediyor, sonra ona ödetiyordu.’ –H. R. Gürpınar.
borç gırtlağına çıkmak
borca batmak.
borç harç etmek
sürekli borç alıp vermek: ‘Hazır param var biraz, biliyorsun. Yetmezse borç harç ederim.’ –N. Hikmet.
borç yemek
borçla geçinmek.
borca almak
veresiye almak.
borca batmak
çok borçlu olmak: ‘Şevket ölesiye çalışmak pahasına acaba bu korkunç masrafı karşılayacak kadar para kazanıyor mu idi yoksa çocukcağız borca mı batıyordu?’ –R. N. Güntekin.
borca girmek
borçlanmak, borç para almak.
borçlu çıkmak
görülen hesapta vereceği kalmak: ‘Para muamelelerinden borçlu çıkmıştı.’ –Y. K. Beyatlı.
borcunu bilmek
1) bir şey yapmayı yerine getirilmesi gereken bir iş olarak değerlendirmek; 2) borcunu zamanında öder olmak.
borcunu kapatmak
borcunu ödeyip bitirmek.
boru değil
hlk. ‘azımsanacak, küçümsenecek, önem verilmeyecek şey değil’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Gençlik bu, boru değil.’ –A. İlhan.
boru mu bu?
‘azımsanacak, küçümsenecek, önem verilmeyecek şey değil’ anlamında kullanılan bir söz.
boş atıp dolu tutmak (vurmak)
umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi sonuç vermek.
boş bırakmak
bir yerde kimse oturmamak, boş kalmak.
boş bırakmamak
1) para, yiyecek vb. şeylerle yardım etmek; 2) işsiz bırakmamak.
boş bulunmak
1) dikkatsiz ve dalgın bulunmak: ‘Nasıl boş bulunup o gazeteci kızın resmini çekmesine imkân verdi?’ –A. İlhan. 2) söylenmesi sakıncalı olan bir şeyi söyleyivermek.
boş çıkmak
umduğu gerçekleşmemek, sonuç vermemek: ‘Ben birkaç gündür arıyorum, birkaç yerlere başvurdum, boş çıktı.’ –M. Ş. Esendal.
boş dönmek
hiçbir şey elde edemeden geri gelmek: ‘Ankara’ya giden hiçbir heyetin geri boş döndüğünü görmedik.’ –Y. Kemal.
