ateş gibi
1) çok sıcak; 2) zeki, çalışkan ve becerikli; 3) kıpkırmızı.
ateş gibi kesilmek
beklenmedik bir olay karşısında öfke sonucu kanı beynine sıçramak: ‘Yüzüm nasıl bir hâl aldı bilmiyorum fakat ateş gibi kesildiğini iyi biliyorum.’ –T. Buğra.
ateş gibi yanmak
ateşi yükselmek: ‘Alnı, yanakları ateş gibi yandığı hâlde vücudu tir tir titriyor, dişleri birbirine çarpıyordu.’ –H. Taner.
ateş kesilmek
1) çok kızgın davranışlarda bulunmak, ateş püskürmek; 2) sonradan çok çalışkan, hareketli ve becerikli olmak.
ateş kesmek
ateşli silahlarla yapılan atışa son vermek.
ateş püskürmek
çok öfkeli olmak: ‘Parça parça morarmış yüzüyle ateş püskürüyordu.’ –A. Ş. Hisar.
ateş saçmak
çok kızmak, çok öfkelenmek.
ateş vermek
tutuşturmak.
ateş yağdırmak
1) ateşli silahlarla aralıksız mermi atmak; 2) mec. çevresindekilere ağır sözler söylemek.
ateşe tutmak
1) az ısıtmak; 2) üzerine ateşli silahla mermi atmak.
ateşe vermek
1) ateş içine sokmak: ‘Bir parça büküyor, onu tekrar ateşe verinceye kadar evvelki hazır oluyordu.’ –M. Ş. Esendal. 2) bir yeri kasten yakmak, kundak sokmak; 3) mec. aşırı telaşa ve sıkıntıya düşürmek; 4) mec. bir ülkeyi savaşa sokarak veya kargaşa ve karışıklık yaratarak sıkıntı ve yıkıma uğratmak.
ateşe vurmak
bir yemeği pişmek üzere ocağa koymak: ‘Taş ocağın üstünde, ateşe vurduğu güveçten, kaynayan etin kokusu geliyordu.’ –N. Cumalı.
ateşe vursa duman vermez
pek cimri olanlar için söylenen bir söz.
ateşi başına vurmak
çok öfkelenmek, sinirlenmek, coşmak.
ateşi çıkmak (yükselmek)
hasta vücut ısısı olağandan çok artmak.
ateşi düşmek
hastanın ateşi geçmek veya azalmak.
ateşi uyandırmak
sönmek üzere olan ateşi canlandırmak.
ateşini almak
1) yüksek vücut ısısını düşürmek: Alnına sirkeli bez koyun, ateşini alır. 2) derece ile ateşi ölçmek; 3) mec. acıyı, yanmayı azaltmak.
ateşle oynamak
pek tehlikeli bir işle uğraşmak.
ateşler içinde yanmak
1) hasta çok ateşli bir durumda olmak; 2) mec. bir şeye fazlasıyla tutulmak.
atı alan Üsküdar’ı geçti
fırsatın kaçırılıp artık yapılacak bir şeyin kalmadığını anlatan bir söz.
atılı bulunmak
ertelenmiş olmak.
atını sağlam kazığa bağlamak
eşeğini sağlam kazığa bağlamak.
atıp (atmak) tutmak
1) bir kimse veya bir şey için kötü konuşmak: ‘Hatta aleyhimde atıp tuttuğunu bile duysam kendimi tanıtmamalıydım.’ –O. V. Kanık. 2) abartmalı konuşmak: ‘Dünyanın siyasetiyle meşgul oluyorlar, büyük olaylar hakkında atıp tutuyorlar.’ –H. R. Gürpınar.
atla arpayı dövüştürmek (dalaştırmak)
fesat karıştırmak, arabozanlık etmek.
atladı geçti Genç Osman!
bir işin bittiğini veya tehlikenin atlatıldığını anlatan bir söz.
atlama taşı yapmak
daha iyi bir yere geçmek için bir durumu veya bir kimseyi araç olarak kullanmak.
atma Recep, din kardeşiyiz
argo ‘söylediklerin hep yalan, abartma ancak biz bunun farkındayız’ anlamında kullanılan bir söz.
atsan atılmaz, satsan satılmaz
işe yaramadığı veya sıkıntı verdiği hâlde vazgeçilemeyen şeyler ve kimseler için söylenen bir söz.
attan inip eşeğe binmek
bulunduğu önemli görevden daha aşağı bir göreve alınmak.
avaz avaz bağırmak
var gücüyle bağırmak: ‘İspanyol denizcisi hâlâ avaz avaz bağırıyordu.’ –H. R. Gürpınar.
avazı çıktığı kadar
çok yüksek sesle: ‘Avazı çıktığı kadar haykırmak istiyordu.’ –P. Safa.
avuç (avucunu) açmak
1) dilenmek, para istemek: ‘İki gündür yemek yemedim ama daha avuç açmadım.’ –N. Hikmet. 2) yardım istemek: ‘Elinde böyle bir sanat varken herkes sana avuç açmaktan başka ne yapabilir?’ –N. F. Kısakürek.
avuç içi kadar
pek küçük, dar (yer).
avucu (avuçları) kaşınmak
avucundaki kaşıntıyı bir yerden para geleceğine yormak.
avucunu yalamak
alay umduğunu ele geçirememek: ‘Sen avucunu yalarsın! Beni daha fazla rahatsız etme, tamam mı?’ –E. Bener.
avucunun içi gibi bilmek
bir yeri, bir şeyi çok iyi ve ayrıntılı olarak bilmek: ‘Sizin analarınızın, babalarınızın hayat idealini avucumun içi gibi bilirim.’ –H. Taner.
avucunun içine almak
bir kimseyi baskı ve etkisi altına almak.
avukat tutmak
adli işlemleri gereğince yerine getirmek için bir avukata vekâletname verip onu yetkili kılmak: ‘Kasabadan Bilâl Efendi’yi avukat tuttular.’ –M. Ş. Esendal.
avurdu avurduna geçmek
çok zayıflamak.
avurt satmak (avurt zavurt etmek)
1) beceremeyeceği şeyleri becerebilecekmiş gibi konuşmak; 2) korkutucu sözler söylemek.
avurtları çökmek (birbirine geçmek)
çok zayıfladığı yüzünden belli olmak: ‘Hüdai, Bayram’ın avurtları çökmüş solgun yüzüne bakarak bir varsayım yapmıştı.’ –A. Kulin.
ay gibi
ay parçası.
ay harmanlanmak
ayın çevresinde ayla oluşmak.
ayağa fırlamak
hızla ayağa kalkmak: ‘Derken balıkçı öfkeyle ayağa fırladı, kafese kapatılmış bir kaplan gibi dolandı güvertede.’ –A. Erhat.
ayağa kaldırmak
telaş ve heyecana düşürmek.
ayağa kalkmak
1) ayakları üzerinde durmak, dikilmek: ‘Yeniden ayağa kalkıyorum, pencereye kadar gidiyorum.’ –A. Ümit. 2) hasta iyi olmak, iyileşmek; 3) saygı göstermek için oturma durumundan ayaküzeri durumuna geçmek; 4) harekete geçmek: ‘O gün yer yerinden oynadı, bütün İstanbul’a ayağa kalkmıştı.’ –H. Topuz. 5) isyan etmek; 6) mec. telaşlanmak, telaşa kapılmak, heyecanlanmak: ‘Bütün kahve halkı ayağa kalkıyor.’ –B. R. Eyuboğlu.
ayağı (ayakları) dolaşmak
yürürken telaştan ayakları birbirine takılmak.
ayağı (ayakları) suya ermek
bir gerçeği anlayarak aklı başına gelmek.
ayağı almak
hlk. halay oyunlarında ayağı tempoya uydurmak.
ayağı düze basmak
güçlükleri yenerek ilerisinden korkmayacak bir duruma girmek.
ayağı gitmemek
1) gitmek istememek; 2) oynarken çalınan oyun havasının ritmine uygun hareket edememek.
ayağı ile gelmek
1) kendi isteğiyle gelmek; 2) emek çekilmeden elde edilmek.
ayağı yerden kesilmek
1) ayağı yere değmez olmak; 2) bir taşıta binip yaya yürümekten kurtulmak; 3) mec. çok mutlu olmak.
ayağına (ayaklarına) kapanmak
1) alçalırcasına yalvarmak: ‘Sandılar ki ihtiyar bahçıvan, paçaları sıvayacak, yeğenine Rabia’yı almak için paşanın ayaklarına kapanacak.’ –H. E. Adıvar. 2) bağışlanmak için yalvarmak.
ayağına bağ olmak
birinin bulunduğu yerden ayrılmasına veya yaptığı işi sürdürmesine engel olmak.
ayağına bağ vurmak
önüne bir engel çıkarmak.
ayağına çağırmak
yanına gelmesini istemek.
ayağına çelme takmak
1) biri yürürken ayakları arasına ayak uzatıp düşürmek; 2) mec. birinin işinde yükselmesine engel olmak.
ayağına dolanmak (dolaşmak)
1) başkasına yapmayı tasarladığı kötülük kendi başına gelmek; 2) iş yapmakta olan birine engel olmak, yürümesine engel olmak.
ayağına düşmek
çok yalvarmak: ‘Obanın bütün kadınları, delikanlıları ayağına düştü.’ –Y. Kemal.
ayağına geçirmek
bir şeyi aceleyle giymek.
ayağına gelmek
1) alçak gönüllülük göstererek birinin yanına gelmek; 2) emek çekilmeden elde edilmek: Kısmet ayağına geldi.
ayağına getirmek
sıra, saygı gözetmeksizin birinin yanına gelmesini sağlamak.
ayağına ip takmak
bir kimseyi çekiştirmek: ‘Ara sıra ötekinin berikinin ayağına ip takmaktan başka konuşacak lakırtıları olmazdı.’ –R. N. Güntekin.
ayağına kira istemek
gelmeye nazlanmak, üşenmek.
ayağına sağlık
‘gelmen çok memnun etti’ anlamında kullanılan bir söz.
ayağına sıcak su mu, soğuk su mu dökelim?
seyrek gelen bir konuğa yarı sitem, yarı sevinçle söylenen söz.
ayağına sıkmak
ayağına ateş ederek tehdit amacıyla gözdağı vermek.
ayağına üşenmemek
hamarat olmak, ayak işlerini bıkmadan, yorulmadan yapmak.
ayağını (ayaklarını) öpeyim
hlk. ‘yalvarırım’ anlamında kullanılan bir söz.
ayağını (ayaklarını) sürümek
1) verilen bir işi ağırdan almak; 2) bir yerden uzaklaşmak üzere bulunmak; 3) halk inanışına göre bir kimse gelirken ardından başkalarının da gelmesine yol açmak; 4) ölmek üzere olmak.
ayağını alamamak
1) ağrı veya uyuşma dolayısıyla ayağını oynatamamak; 2) alışılan bir yere gitmekten kendini alamamak.
ayağını bağlamak
engel olmak.
ayağını denk almak
1) başkalarının kendisine yapma ihtimali bulunan kötülüklere karşı uyanık davranmak; 2) dikkat etmek: ‘Ayağınızı denk alıp, bu sorunu bir an evvel çözümlemenizi istiyorum.’ –R. Mağden.
ayağını denk basmak
dikkatli ve uyanık davranmak.
ayağını giymek
ayakkabısını giymek.
ayağını kaydırmak
bir yolunu bulup birini işinden veya görevinden uzaklaştırmak: ‘Hatta vekilin bile ayağını kendisinin kaydırdığını iddia ediyor.’ –H. Taner.
ayağını tek almak
bir işte iyi düşünüp dikkatli davranmak.
ayağının (ayaklarının) altını öpeyim
‘yalvarırım’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Dadıcığım merhamet… Ayaklarının altını öpeyim…’ –H. R. Gürpınar.
ayağının altına karpuz kabuğu koymak
bir yolunu bulup bir kimseyi düzenle işinden uzaklaştırmak.
ayağının bağını çözmek
1) karısını boşamak; 2) sıkıntılı bir durumdan kurtulmak.
ayağının pabucunu başına giymek
1) dengi olmayan bir kimseyle evlenmek; 2) değersiz bir kimseyi üstün bir yere geçirmek.
ayağının tozu ile
yoldan gelir gelmez, henüz dinlenmeden: ‘Halep’ten İstanbul’a döndüğü gün ayağının tozu ile devrin padişahını görmeye gitmişti.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
ayağının tozunu silmeden
ayağının tozu ile.
ayak açmak (vermek)
âşıklar arasındaki tartışmalarda veya sıralı söyleyişlerde söze başlamak amacıyla kelime, kelimeler takımı, dize, beyit ile konuyu belirtmek.
ayak almak
müz. hlk. ayak, çalınan çalgıya uymak.
ayak atmak
1) girmek: ‘Kalabalıktan en hoşlanan insan vagona ayak attı mı derhâl bir inziva hastalığına tutulur.’ –R. N. Güntekin. 2) ilk kez gitmek.
ayak bağı olmak
bir yere gidilmesine veya bir işin yapılmasına engel olmak: Bu çocuk bana ayak bağı oluyor.
ayak basmak
1) bir yere varmak, ulaşmak: ‘Bu bahçeye ayak bastığım andan beri toprağın iyiliğini kendimde hissediyordum.’ –K. Bilbaşar. 2) girmek, gelmek, uğramak: ‘Köy evinin içine ayak basar basmaz, elbette bir saman ve hafif tezek kokusu duyulur.’ –S. F. Abasıyanık. 3) mesleğe girmek; 4) bir yere bağlanmak.
ayak basmamak
bir yere hiç uğramamak: ‘Tevfik’in kızı, kendi evladı gibi büyüttüğüm çocuk, konağa ayak basmıyor.’ –H. E. Adıvar.
ayak çekmek
kandırmaya çalışmak, avutmak.
ayak diremek
bir düşünceyi, bir davranışı sonuna kadar sürdürmek, kendi tutumundan şaşmamak: ‘İnek sütü içmemekte hep böyle ayak direyecek misiniz?’ –N. Hikmet.
ayak oyununa gelmek
kandırılmak.
ayak sürümek
1) verilen bir işi ağırdan almak; 2) gönderilen yere isteği ile gitmemek.
ayak tutmak
hlk. 1) mâni yarışmalarında karşısındakine uyması gereken uyağı vermek: ‘Mânicilerden biri ‘gülerler’ diye bir ayak tutar, ona biri karşılık verir.’ –S. Birsel. 2) öncülük etmek; 3) söz açmak; 4) ileride söylenecek bir söze önceden zemin hazırlamak.
ayak üstünde olmak
1) dinç olmak, canlı olmak: ‘Enişte, delikanlıları gölgede bırakacak kadar çalıştı; hâlâ ayak üstünde.’ –S. M. Alus. 2) iş görür durumda olmak.
ayak uydurmak
1) yürüyüşte adım atışını başkalarınınkine uydurmak; 2) ayak açmak; 3) mec. kendi gidiş ve davranışını başkasınınkine benzetmek: ‘Âdettir, genç kızlar girdikleri ailenin terbiyesine, gidişine ayak uydururlar.’ –S. F. Abasıyanık.
ayak vermek
âşık atışmalarında dinleyicilerden biri uyak belirtmek.
ayak yapmak
birini aldatmak, kandırmak için dalavere çevirmek.
