açlıktan ölmeyecek kadar
çok az: Açlıktan ölmeyecek kadar yiyor.
açmaza düşmek
içinden çıkılması güç durumda kalmak.
açmaza getirmek (düşürmek)
düzen, hile yapmak, bir kimseyi oyuna getirmek, zor duruma sokmak.
açtırma ağzımı
‘kötü bir söz söylememe fırsat verme’ anlamında kullanılan bir söz.
acze düşmek
çaresiz kalmak, elinden bir şey gelmemek.
ad almak
1) kendisine ad verilmek; 2) ün kazanmak.
ad çekmeye girmek
1) kuraya tabi olmak: ‘Yüksek Seçim Kurulu Başkanı ve Başkan Vekili ad çekmeye girmezler.’ –Anayasa. 2) sp. oyunun başlangıcında, alan seçimi, başlama atışı veya karşılama hakkı için öncelik sağlamak amacıyla kura çekmek.
ad koymak
adlandırmak.
ad takmak
1) adlandırmak: ‘Çadırlarının başından ayrılmayan inatçı grevcilere öteki işçiler, çadır tutan diye ad taktı.’ –L. Tekin. 2) alay etmek veya övmek amacıyla lakap takmak.
ad vermek
adlandırmak.
ad yapmak
bir alanda ün kazanmak, ün almak.
ada gibi
pek büyük (gemi).
adak adamak
bir dileğin gerçekleşmesi amacıyla kurban kesip yoksullara dağıtmak veya kutsal olduğuna inanılan bir güce niyette bulunmak: ‘Sen bana niye söylemedin? Sadaka verirdik, adak adardık.’ –M. Ş. Esendal.
adalet dağıtmak
kanunların saydığı hakları sahiplerine vermek.
adam beğenmemek
herkesi değersiz görmek.
adam değilim
‘herhangi bir durumun gerçekleşmemesi durumunda, kendisinin insan sayılamayacağı’ anlamında kullanılan bir söz.
adam gibi
1) terbiyeli, akıllı uslu; 2) adamlığa, insanlığa yaraşır yolda; 3) iyice.
adam içine çıkmak
topluluğa karışmak, insanların bulunduğu yerlere gitmek, eşe dosta gitmek.
adam içine karışmak
bir topluluğa girmek, kendisine değer verilir olmak.
adam kullanmak
1) birini çalıştırmasını bilmek; 2) birini kendi çıkarına alet etmek.
adam olana çok bile
layık olmadığı, hak etmediği hâlde kişinin beklentisi daha fazla olduğu durumlarda kullanılan bir söz.
adam sen de!
bir işin önemsenmediğini anlatmak için söylenen bir söz.
adam sırasına geçmek (girmek)
daha önce toplumda önemli bir yeri veya özel bir değeri yokken artık kendisine önem ve değer verilmek: ‘Bize yol aç, erkân göster; yollar aç bize de, biz de adam sırasına girelim.’ –K. Korcan.
adama benzemek (dönmek)
1) giyim kuşamıyla, davranışlarıyla insana yakışır bir biçim almak: ‘Bak gördün mü, isteyince adama dönüyorsun.’ –E. Işınsu. 2) beğenilir duruma gelmek: Şimdiki belediye başkanı sayesinde şehir adama benzedi.
adamına göre
1) kişiler arasında ayrıcalık gözeterek; 2) herkesin yeteneğine uygun olarak.
aday göstermek
bir iş veya bir görev için birini aday olarak belirlemek, namzet göstermek: ‘Siyasi parti grupları Başkanlık için aday gösteremezler.’ –Anayasa.
adaylığını koymak
bir iş veya göreve seçilmek için kendini ileri sürmek: ‘Bankacılardan birkaçının kurgularıyla belediye başkanlığına adaylığını koymuştu.’ –M. Ş. Esendal.
âdembaba gibi
parasız pulsuz, perişan, zavallı.
âdembabaya dönmek
malını mülkünü kaybetmek.
âdet görmek
kadın aybaşı olmak.
âdet olduğu üzere
alışıldığı gibi.
âdet yerini bulsun diye
‘gerekli görüldüğü için değil, yalnız alışılmış olduğu için’ anlamında kullanılan bir söz.
adı (bile) olmamak
değeri olmamak: Bir baş soğanın da adı mı olurmuş?
adı batmak
sevilmeyen bir şey veya kimse unutulmak, adı anılmaz olmak, artık sözü edilmemek.
adı bile okunmamak
birine veya bir şeye hiç önem verilmemek.
adı çıkmak
1) kötü bir ün kazanmak: Onun adı çıkmış yoksa fena adam değil. 2) hakkı olmayan bir ün kazanmak: O berberin adı çıkmış, aslında iyi tıraş edemiyor.
adı çıkmış dokuza, inmez sekize
‘birinin bir kere adı çıktıktan sonra onun hakkındaki yaygın inanç artık kolay kolay düzelemez’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Artık o yana bir daha gelme, adın çıktı dokuza, inmez sekize, demedim miydi?’ –B. Günel.
adı deliye çıkmak
deli olmadığı hâlde deli olarak tanınmak: ‘Böyle bir şey yazmaya kalkarsam adım deliye çıkacak.’ –R. N. Güntekin.
adı geçmek
anılmak, söz konusu olmak, ismi geçmek: ‘Necip Fazıl, adı geçen iki şiirden birer bölüm okudu.’ –A. Kabaklı.
adı gibi bilmek
çok iyi bilmek.
adı kaldırılmak
anılmaz olmak, silinip gitmek: ‘Saatlerce adı dünya yüzünden kaldırılmaya çalışılan Türklüğün talihini düşünürdüm.’ –Ö. Seyfettin.
adı kalmak
bir kimse veya bir şey öldükten, ortadan çekildikten sonra dillerde yalnız adı dolaşmak.
adı kötüye çıkmak
ünü kötü olarak yayılmak.
adı olmak
gereksiz, yersiz ünü olmak.
adı sanı olmak
bilinmek, tanınmak, ünlü olmak: ‘Osman Efendi’nin adı sanı vardı.’ –İ. H. Baltacıoğlu.
adı var
1) beklenilen, istenilen özelliklere sahip olmayan; 2) tercih edilecek özelliklere sahip.
adım (adımını) atmak
1) yürümek için ayağını öne doğru uzatıp basmak. 2) mec. bir işe ilk kez girişmek.
adımını attırmamak
1) rahat davranmasını engellemek amacıyla sürekli olarak denetim altında bulundurmak; 2) bir yere girmesine engel olmak.
adımını geri atmak
başladığı bir işten geri dönmek.
adımlarını açmak
yürürken hızlanmak.
adımlarını seyrekleştirmek
hızlı yürürken yavaşlamak.
adımlarını sıklaştırmak
daha küçük ve çabuk adımlar atarak hızlı yürümek, ivmek, acele etmek.
adını …-ye çıkarmak
bir kişinin sahip olmadığı niteliklerle tanınmasına yol açmak: Adını deliye çıkardılar.
adını ağzına almamak
dargınlık, kırgınlık, kızgınlık vb. sebeple bir kimseden söz etmemek: ‘Seniha’nın adını asla ağzıma almıyordum.’ –R. N. Güntekin.
adını bağışlamak
hlk. kendi adını başka bir kimseye söylemek: Adınızı bağışlar mısınız?
adını çıkarmak
kişi hakkında kötü bir niyetle asılsız söylentiler yaymak: ‘Kadın durmadan vır vır eder, yakınır diye adımızı çıkarmışlar.’ –A. Erhat.
adını koymak
karşılığını veya fiyatını kararlaştırmak: Bu evi alabilmemiz için adını koyalım.
adres bırakmak (göstermek, vermek)
arandığında bulunabileceği, oturduğu yeri bildirmek: ‘Kendisi, soracak olurlarsa Hayrettin Ağa’nın adresini vermesini söyledi.’ –M. Yesari.
aferin almak
değerli görülüp beğenilmek.
affa uğramak
bağışlanmak.
affetmişsin
‘hiç de öyle değil, yanılıyorsun’ anlamında kullanılan bir söz: ‘Yakın tarihe ait tefrikaların ezelî okuyucusu Başefendi, affetmişsin sen onu, dedi.’ –H. Taner.
affını dilemek (istemek)
bir iş veya görevi yerine getiremeyeceğini nezaketle bildirmek.
affınıza sığınarak
‘hoşgörünüze güvenerek’ anlamında kullanılan bir nezaket sözü: ‘Affınıza sığınarak malumatınızı da madamdan aldım.’ –A. Ümit.
afi kesmek (satmak, yapmak)
birine karşı gösteriş yapmak: ‘Yanındaki kıza afi yapmak için onun önüne, dilenciye sadaka verir gibi bahşiş fırlatan bir züppeyi, bıraksalar öldürecekti.’ –H. Taner.
afiş yutmak
yalana dolana kanmak: Geç baba, geç, artık afiş yutmuyoruz.
afişte kalmak
tiy. oyun ilgi görerek günlerce oynanmak: Oyunun afişte kalması için başarıyla oynanması gerekir.
afiyet (afiyet şeker) olsun
‘yarasın, ağız tadıyla yensin” anlamında kullanılan bir iyi dilek sözü.
afiyet bulmak
iyileşmek, sağlığını kazanmak.
afiyet üzere olmak
sağlıklı, rahat yaşıyor olmak.
aforoz etmek
1) kilise birliğinden çıkarmak: ‘Aforoz edilmiş, kiliseden kovulmuş.’ –N. F. Kısakürek. 2) mec. darılıp biriyle konuşmamak, ilgiyi kesip kendinden uzaklaştırmak, toplum dışılamak: ‘Siz kendi milletiniz için bunun yarısını söyleyin, milletin çoğunluğu sizi hemen aforoz eder.’ –H. Taner.
afura tafura gelmemek
1) çalım satmadan hoşlanmamak; 2) böyle bir davranışa karşı tepki göstermek.
afyon çekmek
keyif için afyon yutmak.
afyon yutmak
1) uyuşturucu olarak afyon kullanmak; 2) mec. gerçeği göremeyecek kadar kendinde olmamak.
afyonu başına vurmak
aşırı davranışlarda bulunacak kadar öfkelenmek, ne yaptığını bilememek.
afyonu patlamak
ayılmak, kendine gelmek.
ağaç olmak
argo bir yerde ayakta durarak çokça beklemek: Neredesin yahu, seni bekleye bekleye ağaç olduk.
ağı gibi
1) acı veren, çok etkileyen; 2) çok sert, keskin.
ağına düşürmek
tuzağına düşürmek.
ağır basmak
ağırlık olarak fazla gelmek.
ağır çekmek
tartıda ağır gelmek.
ağır durmak
ciddi, ağırbaşlı, oturaklı, soğukkanlı hareket etmek: ‘Devlet adamlarının ileri gelenleri böyle sözlere karışmaz, ağır dururlar.’ –M. Ş. Esendal.
ağır gelmek
1) gücüne gitmek, onuruna dokunmak: ‘Bu vazife bana çok ağır geliyor.’ –N. F. Kısakürek. 2) yapılması güç gelmek.
ağır kaçmak
1) gücendirici olmak, uygun düşmemek: Bu şaka biraz ağır kaçtı. 2) beklenenden fazla olmak: Hakem tarafından verilen kırmızı kart ağır kaçtı.
ağır kayba uğramak
maddi ve manevi büyük zarar görmek.
ağır ol!
1) ‘ciddi, ağırbaşlı, soğukkanlı, sabırlı ol!’ anlamında kullanılan bir söz; 2) ‘acele etme, yavaş ol!’ anlamında kullanılan bir söz.
ağır oturmak
ağırbaşlı olmak.
ağır söylemek
acı, dokunaklı sözler söylemek.
ağır yara almak
1) kavgada veya savaşta önemli ölçüde zarar görmek; 2) bir olayda beklenmeyen sıkıntılı ve olumsuz bir duruma düşmek.
ağırdan almak
1) bir işi gereken süre içinde bitirmemek, geciktirmek: ‘Görüyorsunuz ki bu soyadı konusunda benim ağırdan alışım, bir tembellik değil.’ –M. Ş. Esendal. 2) bir işi gönülsüz, isteksiz yapmak: ‘Ama üstüme düşüldü mü bende bir gönül tokluğu, bir nazlanma, bir ağırdan alış.’ –H. Taner.
ağırına gitmek
onuruna dokunmak veya gücüne gitmek: ‘Kimse, dört çocuklu bir aileye ev vermek istememiş. Bu, büsbütün ağırına gitmiş.’ –A. Ağaoğlu.
ağırlığı olmak
etkisi büyük olmak: ‘Başsavcının yargıçlar arasında belli bir ağırlığı var kuşkusuz.’ –A. Kulin.
ağırlığınca altın etmek (değmek)
çok değerli olmak.
ağırlığını (ortaya) koymak
kimliğini ve kişiliğini kabul ettirmek.
ağırlık basmak (çökmek)
1) gevşeklik ve uyku gelmek; 2) ağır bir hava kaplamak; 3) sessizlik oluşmak: ‘Yavaş yavaş bir ağırlık çöktü. Bir sakinlik herkesi kapladı.’ –M. Ş. Esendal.
ağırlık olmak
1) sıkıntı vermek: ‘Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, iyilikten başka bir şey yapmaz.’ –Ö. Seyfettin. 2) birine yük olmak, kendi masrafını başkasına çektirmek.
ağız (ağzını) açmak
1) konuşmaya başlamak; 2) kesici aletleri keskin duruma getirmek; 3) ağır sözler söylemeye başlamak; 4) azarlamak, paylamak: ‘Aman efendim, bendenize bir ağız açtılar, donakalmışım.’ –M. Ş. Esendal. 5) alık alık bakmak.
ağız açtırmamak
çok konuşarak başkalarının söz söylemesine, konuşmasına engel olmak: Yusuf Efendi biçareye ağız açtırmıyordu.
ağız ağıza vermek (konuşmak)
iki kişi birbirine pek yakın durarak başkaları işitmeyecek bir biçimde konuşmak: ‘Tenha köşelerde ağız ağıza konuşurken yanlarına biri gelecek olursa hemen susuyorlardı.’ –R. N. Güntekin.
ağız aramak (yoklamak)
öğrenmek istenilen şeyi söyletecek yolda dil kullanmak.
ağız birliği etmek
bir konuda anlaşarak aynı biçimde konuşmak, söz birliği etmek.
