(biriyle) merhabası olmak
esenleşecek kadar tanışıklığı, yakınlığı olmak.
(biriyle) merhabayı kesmek
biriyle ilgisini kesmek.
(biriyle) selam yollamak (salmak)
birine esenleme haberi göndermek: ‘Züğürtlükten telefonumuz kesildi mi ona bir selam yollar, açtırırdık.’ –Y. Z. Ortaç. ‘Şimdi bizden yüz çevirdi ahbaplar / Bir çift selam salanım yok, gardiyan’ –Âşık Ali İzzet.
(biriyle) selamı sabahı kesmek
her türlü ilişkisine son vermek: ‘Onunla tamamıyla selamı sabahı kestim. Ne olursa olsun deyip adını bile artık ağzıma almaz oldum.’ –O. C. Kaygılı.
(biriyle) temas etmek
1) görüşüp konuşmak; 2) cinsel ilişkide bulunmak.
(biriyle) temasta bulunmak
temas etmek.
(bu işe) Rufailer karışır
‘bu iş öyle karışık ki bunu kimse çözemez’ anlamında kullanılan bir söz.
(çocuğu) süt çalmak
bozuk süt, çocuğu hasta etmek.
(çocuk) boya çekmek
boyca uzamak.
(davayı) nakzen görmek
huk. Yargıtay tarafından bozulan bir karar üzerine bozma sebeplerini de göz önünde tutarak davaya yeniden bakmak.
(davayı) nakzen iade etmek
huk. bir yargı kararını, yargılama yöntemine ilişkin hükümler bakımından yerinde görmeyip bozarak hükmü veren mahkemeye geri göndermek.
(el, ayak, parmak) çivi gibi olmak
çok üşümek, donmak.
(elinden gelse, bıraksalar) bir kaşık suda boğmak
bir kimseye çok kızmak veya çok öfkelenmek: ‘Muhalifler bizi bir kaşık suda boğmak istidadını gösteriyordu.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
(gemi) baş tutamamak
rüzgâr, fırtına yüzünden, yapılışındaki veya yükselişindeki bir bozukluk sebebiyle gemi dümene uymamak, rotadan çıkmak.
(halatı) yısa etmek
çekmek.
(hava) ayaza çekmek
kışın kuru soğuk artmak.
(her biri başka bir) hava çalmak
her biri, birbiriyle çelişen, birbirine uymayan davranış ve düşüncede bulunmak.
(her şeye) baş sallamak
karşısındakinin her sözünü uygun bulur görünmek.
(herhangi bir biçim) kolayına gelmek
bir işin herhangi bir biçimde yapılmasını daha kolay bulmak.
(herhangi bir nitelikte) kalemi olmak
herhangi bir nitelikte yazı yazabilmek: Güçlü bir kalemi var.
(herhangi bir şey) pahasına
karşılığında, uğruna, … için: Treni kaçırmak pahasına onu bekledim.
(herhangi bir şeye) talim etmek
tkz. 1) az para karşılığında çalışmak; 2) hep aynı şeyi yemek zorunda olmak.
(herhangi bir şeye) varıncaya kadar
ne varsa her şeyini: Renkli televizyona varıncaya kadar ne varsa aldı.
(herhangi bir şeyi) şekle sokmak (koymak)
1) uygun bir biçime girmesini sağlamak; 2) herhangi bir biçimde sonuca ulaştırmak.
(herhangi bir şeyi) sokakta bulmamak
herhangi bir şeyi değerli ve önemli bulmak: ‘Ben böyle şeye gelemem efendim… Ben canımı sokakta bulmadım efendim.’ –R. N. Güntekin.
(herhangi bir yerde) ne arıyor
‘neden oraya gitmiş’ anlamında kullanılan bir söz: Sen burada ne arıyorsun, haydi çabuk eve!
(herhangi bir yılın) kurası olmak
ask. o yıl askerlik çağına girenlerden olmak.
(içinde) at koşturmak
bir alanda çok geniş olduğu için alabildiğine rahat hareket edebilmek: ‘Büyüklerin, içinde at koştur diye tarif ettikleri taşlık ve sofaları vardı.’ –R. N. Güntekin.
(iş) ortada olmak
yapması gereken kişi belli olmamak.
(iş) pot gelmek
sonu iyi olmamak, ters gelmek: ‘İşlerin doğru gitmeyen, pot gelen yerleri çok ise de sorulunca söylenecek karşılıklar bulunmuştu.’ –M. Ş. Esendal.
(iş) üç nalla bir ata kaldı
eline önemsiz bir imkân geçtiğinde büyük işlerin düşüne kapılanlar için söylenen bir söz.
(işi veya durumu) duman olmak
argo 1) işi, durumu berbat olmak; 2) bir kimse veya bir şey ortadan kaybolmak.
(işi) tavına getirmek
işi en uygun duruma getirmek.
(kızın) boyu bacadan mı aştı?
‘daha evlenecek yaşta değil’ anlamında kullanılan bir söz.
(parayı) avucuna saymak
peşin olarak ödemek.
(söz) abes kaçmak
uygun düşmemek.
(şuna veya buna) kalsa (kalırsa)
1) herhangi birinin kanısınca: Bana kalırsa siz yanılıyorsunuz. 2) elinden gelse, elinde olsa: ‘Bana kalsa çok daha önce gelirdim buraya.’ –A. Ümit.
(şundan veya bundan) kalır yeri yok
ayrımsız, farksız: ‘Bu heriften bıktım. Macit’ten kalır yeri yok.’ –N. Hikmet.
(tavşan boku gibi) ne kokar ne bulaşır
‘kimseye iyiliği de dokunmaz, kötülüğü de’ anlamında kullanılan bir söz.
(üstünden veya paçalarından) kibarlık akmak
tkz. aşırı derecede kibar davranmak.
(üstüne) kalem çekmek
gereksiz olduğunu belirtmek için üstünü çizmek.
(üzerine) tüy dikmek
tkz. kötü bir durum almış bir işi büsbütün kötü bir duruma sokmak: ‘Otelin kapıcısı yalan söylemekte tüy dikiyordu.’ –S. F. Abasıyanık.
(vücudun bir yerine) kan oturmak
bir damarın çatlamasıyla sızan kan, dokular arasına akıp kalmak.
a’dan z’ye (kadar)
baştan aşağı, tamamen, tamamıyla, bütünüyle: Evini a’dan z’ye değiştirdi.
aba gibi
kaba ve kalın (kumaş).
abanoz gibi
1) çok sert: Abanoz gibi tahta. 2) kapkara.
abazan kalmak
1) uzun süre cinsel ilişkide bulunmamak; 2) aç kalmak.
abdest almak
1) Müslümanlar, belli ibadetleri yapabilmek için bir düzen içerisinde bazı organları yıkayıp bazılarını mesh ederek arınmak; 2) boy abdesti almak.
abdest bozmak
idrar veya dışkı yapmak.
abdest tazelemek
abdesti bozulmadığı hâlde yeniden abdest almak.
abdesti gelmek
abdest bozmaya gereksinim duymak.
abdesti kaçmak
abdesti bozulmak.
abdestinde namazında olmak
dindar olmak.
abdestinden şüphesi olmamak
yaptığı işte kusuru olmadığını kesin olarak bilmek.
abdestsiz yere basmamak
dinî kurallara titizlikle bağlı olmak.
abesle iştigal etmek (uğraşmak)
yersiz, yararsız işlerle vakit öldürmek: ‘Yazarlarımızın çoğu yalnızca kendi ürünlerinin ne amaçla üretildiğini sayıp dökerek bir anlamda abesle iştigal ediyorlar.’ –T. Uyar.
abıhayat içmiş
yaşı çok ilerlemiş olmasına karşın genç görünen (kimse).
abliyi kaçırmak (bırakmak, koyuvermek)
1) soğukkanlılığını yitirip davranışlarını denetleyememek; 2) şaşırıp ne yapacağını bilememek.
ablukayı yarmak
kuşatılan bölgeden zor kullanarak dışarı çıkmak.
abuk sabuk konuşmak
ne söylediğini bilmeden, düşüncesiz, tutarsız konuşmak.
aç açık kalmak
yoksulluk içinde, evsiz barksız kalmak.
aç doyurmak
yoksulları beslemek.
aç kalmak
1) karnını doyuramamak: ‘Fatma’nın yemek çantası olmasaydı, dün aç kalmıştım.’ –F. R. Atay. 2) yoksulluğa düşmek.
aç kurt gibi
büyük bir istekle.
aç susuz kalmak
1) yoksulluktan yaşayamayacak bir duruma gelmek; 2) yoksul bir duruma düşmek.
acayibine gitmek
yadırgamak, tuhafına gitmek.
Acem kılıcı gibi
her iki tarafı da idare edebilen, güvenilmez (kimse).
acemilik çekmek
alışamadığı bir işte zorluk çekmek.
aciz içinde olmak
gücü yetmemek, becerememek.
âciz kalmak
çok uğraşmasına karşın bir işi yapamamak: ‘Kitaplar Taptuk’u anlatmaktan âciz kalır.’ –A. Kabaklı.
acı (acılar) görmek
kötü günler yaşamak.
acı çekmek (duymak)
1) ağrı, sızı duymak: Ameliyattan sonra çok acı çekti. 2) mec. üzülmek, üzüntü içinde kalmak: ‘Bu faciaya bizzat karışmışım gibi bir acı duyuyordum.’ –Y. K. Karaosmanoğlu.
acı gelmek
dokunmak, kırmak, üzmek: ‘Bu durumun gerçeklerle uyumsuzluğu ona acı geliyor.’ –A. Kutlu.
acı söylemek
olumsuz bir davranış karşısında gerçeği olduğu gibi söylemek.
açığını kapamak (kapatmak)
1) eksiğinin veya küçük düşürücü durumunun anlaşılmamasını sağlamak; 2) eksiğini tamamlamak.
açık düşmek
1) herhangi bir sebeple bir filodan veya istenilen yerden uzakta kalmak; 2) sp. yağlı güreşte yenilgi sebebi olan sırtı veya yanı toprağa değmek.
açık kapamak
bütçenin gider fazlasını, para sağlayarak ortadan kaldırmak.
açık kapı bırakmak
gereğinde, bir konuya yeniden dönebilme imkânı bırakmak, kesip atmamak.
açık vermek
1) geliri, giderini karşılamamak; 2) gizlenmek istenen bir olayı, bir düşünceyi veya durumu elde olmayarak ortaya koymak, açıklamak.
açıklar livası olmak
alay işsiz ve kazançsız kalmak.
açıklığa kavuşturmak
bir konu veya sorunu aydınlatmak, kapalılıktan kurtarmak, anlaşılır duruma getirmek.
açıklık getirmek
bir konu veya sorunu anlaşılır duruma getirmek.
açıklık kazanmak
bir konu aydınlanmak, anlaşılır duruma gelmek.
açıkta kalmak (olmak)
1) iş ve görev bulamamak; 2) yersiz yurtsuz kalmak; 3) birkaç kişinin birlikte eriştiği bir iyilikten yararlanamamak.
açıktan almak
1) den. açıktan geçmek; 2) mec. bir tehlikenin uzağından geçmek.
açılıp saçılmak
1) kadın açık saçık giyinmeye başlamak; 2) kadın eskisine göre ölçüsüz davranışlarda bulunmaya başlamak.
acından ölmek
1) çok acıkmak; 2) aşırı derecede yoksul olmak.
acısı içine (yüreğine) çökmek (işlemek)
1) bir şeyin acısını derinden duymak; 2) kötü bir şey olacağını düşünerek önceden üzülmek.
acısı ortaya çıkmak
olumsuz sonucu yavaş yavaş ortaya çıkmak: ‘Dur bakalım daha hele, o içtiklerinin acısı bir bir çıkacak ortaya.’ –M. İzgü.
acısını almak
1) acılığını gidermek; 2) sızıyı dindirmek.
acısını bağrına (içine) basmak (gömmek)
bir üzüntüye, sıkıntıya yakınmadan katlanmak.
acısını çekmek
yapılan yanlış bir işin doğurduğu sıkıntı ve üzüntü içinde bulunmak.
acısını çıkarmak
1) acılığını yok etmek: Soğanın acısını çıkarmak. 2) mec. uğradığı maddi veya manevi zararı karşılayacak bir iş yapmak. 3) mec. öç almak: ‘Ustanın kendisini küçük burjuva münevveri diye aşağılık görmesinin acısını çıkarıyor.’ –N. Hikmet.
acısını görmek
bir yakınının ölümünü görmek.
açlığını öldürmek
açlık duygusunu yatıştırmak: ‘Kaldırılmış harman yerlerinden buğday toplayıp açlığımızı öldürdük.’ –O. Kemal.
açlık çekmek
yoksulluk içinde bulunmak.
açlıktan gözü (gözleri) dönmek (kararmak)
çok acıkmak: ‘Bu akşam açlıktan gözü dönmüş bir hâlde bir evin mutfağına girmişti.’ –S. F. Abasıyanık.
açlıktan imanı gevremek
çok acıkmak.
açlıktan nefesi kokmak
yoksulluk içinde bulunmak.
açlıktan ölmek
dayanılmaz derecede acıkmak, çok acıkmak.
